• Kısa ve orta dönem yerine uzun döneme
  • Parçalar yerine bütüne
  • Olaylar yerine yapı ve sistemlere
  • Sonuçlar kadar sebeplere
  • Tek boyutlu düşünceden çok boyutlu düşünceye

27 Aralık 2011 Salı

Avrupa Bu Krizden Çıkabilecek mi ?-I


Bu soruya net bir şekilde cevabım ''Hayır'' olacaktır.

Şu an piyasalar Avrupa'nın borçluluk sorununa kafayı fena halde takmış durumdalar...Ve bu borçlar çevrilebilirse bu krizden çıkıldığına kanaat getirecekler..Fakat sorunun temeline inip doğru çözümler getirmek yerine Avrupalı liderler günü kurtarmanın derdinde..

Doğru tedavi için doğru teşhis gerekir..

Bugün Avrupa'nın karşı karşıya olduğu sorunların temelinde, kaybedilen rekabet gücü, üretim odaklı olmaktan çıkıp tüketim odaklı olan sosyal yapı, Avrupa'yı günümüze getiren o üretim kültüründe yozlaşma, sıkı ve özverili çalışma yerine az çalışıp daha refah içinde yaşamayı alışkanlık haline getirme, hızla yaşlanan bir nüfus gibi faktörler yatıyor..

Avrupa bu yüzyılın ilk on yılını, hakettiğinden daha refah içinde yaşayarak geçirdi. Ürettiklerinden daha fazla tüketiyor ve aradaki farkı borçlanarak kapatıyorlardı. Ülkeler dinamizmini kaybetmişti..Avrupa yozlaşıyordu. 1800'lerden beri etkin oldukları dünya düzeninin değişmeyeceğini umuyorlardı. Bu yüzden de sorunlara temelli yaklaşmıyorlardı. Örneğin İtalya, son on yılı, yıllık sadece ort. % 0,1 büyüme ile geçirdi. Yani durgunluk içinde ..Ama ülkede refah yinede artmıştı..Bu yüzden kimse ''İtalya'da neler oluyor? '' diye sorma gereği duymadı..

Avrupa'nın bu hale nasıl düştüğünü anlamak için, sorunun temelinde yatan unsurlara, bu borçların nasıl oluştuğuna ve bugüne nasıl gelinip çıkıldığına bakmak lazım..Sorunların başlangıcı için 1990'lara, Asya kaplanlarının çıkışına, Latin Amerika'nın, Brezilya gibi ülkelerin nereden nereye geldiğine bakmak ve anlamak gerekir..Çünkü bu ülkelerin çıkışı, Avrupa'nın düşüşü idi...

Gelişmekte olan Ülkelerin Endüstrileşme Öncesi Hazırlık Dönemi

1990'lar öncesinde sanayinin, mühendisliğin, üretimin, bilişim sektörlerinin, finansın merkezi ağırlıklı olarak gelişmiş ülkeler idi..Bu ülkeler hem iç tüketime hem ihracata yönelik üretim yaparlardı..Öte yandan dünyanın geri kalan ülkeleri için bu ürünleri tedarik etmek çok zor idi. Bu fakir ülkeler, yeterince ihracat yapacak kapasiteleri olmadığından fazla döviz gelirleri yoktu.. Dövizleri olmadığından sık sık borçlanma yoluna giderlerdi. Üretim için yatırım mallarına ihtiyaç vardı..Kendilerinde teknoloji olmadığından bu yatırım mallarını zaten üretemezlerdi..Diğer taraftan döviz gelirleri olmadığından, üst düzey sanayi ve mühendislik ürünü olan bu yatırım mallarını ithal de edemezlerdi..Bu nedenle fakirlik çemberini kıramazlardı..Sık sık bu ülkeler dış ödeme krizi yaşar, paralarını devaüle etmek zorunda kalırdı..

Basit bir örnek vermek gerekirse, bu fakir ülkelerin kiminde pamuk olmasına rağmen halk yarı çıplak gezerdi. Bu halkı giydirmek için pamuk işleme ve dokuma fabrikalarına ihtiyaç vardı..Bu makinaları kendilerinin üretebileceği bir sanayiye, bu sanayi için demir çelik ürünleri, bu ürünleri işleme kabiliyeti ve techizatı, sonra bu makinaları yapabilmek için ihtiyaç duyulan binlerce parçaya, bu parçalar için yan sanayiye ihtiyaç vardı.. Ve bu makinaları yapabilmek için gelişmiş mühendislik becerilerine ihtiyaç vardı. Fakat bunların hiç biri yoktu..Kısacası yoktu..Bu makinaları ithal etmek için ise dövize ihtiyaç vardı..Döviz elde etmek içinde, ya ihracat yapmak (veya Turizm gelirleri vb), ya borçlanmak gerekiyordu..Fakat bu ülkelerin bir sanayisi olmadığından ihracat yapabilecekleri sadece ham madde kaynakları vardı..Bu hammadde, ister demir cevheri, ister pamuk uluslararası piyasalarda çok düşük fiyatla satılabiliyordu..Ve bu hammadde, Avrupa sanayince çok ucuz fiyattan alınıyor, kendi ihtiyaçları karşılanıyor, az bir kısmı ise bu ülkelere tekrar sanayi ürünü olarak satılarak, ihraç edilerek hammaddeye ödenen bedelde çıkarılmış oluyordu...

Ve şimdi artık ''gelişmekte olan ülkeler'' diye adlandırdığımız bu ülkeler, o yıllarda bu fasit daireyi bir türlü kıramıyor, bu nedenle sık sık krize giriyordu..Döviz o kadar kıymetli idi ki israf edebilecekleri bir centleri bile yoktu. Dövizi mecburen devlet tekelinde tutuyorlardı...Fakat istenen kalkınma ve sanayileşme, istenilen hızda bir türlü gerçekleşmiyordu...

Bu nedenle bir çok ülke istese de ithalat yapamıyordu, bu yüzden ''ithal ikame''yöntemine dönüyorlardı..Diğer taraftan kalkınma için yatırıma, yatırım için sermayeye, sermaye için tasarrufa ihtiyaç vardı..Fakat bu ülkeler zaten fakir idi.. Kazandıkları, günlük ihtiyaçlarına ancak yetiyordu ve tasarruf oranları çok düşüktü. Sermaye birikimleri yoktu.

1990'lar öncesi, bu ülkelerin sanayileşme sürecine girebilmek için geçirdikleri bir hazırlık safhası idi ve 50 yıldan uzun bir süre aldı..Bu nedenle bir çok ülke için 50 yıldan fazla süren bu hazırlık safhası, insan ömrü göz önüne alındığında, bir kuşağın hayatı dikkate alındığında, gelişim ve kalkınma adına çok uzun ve uzun olduğu kadar yavaş, yavaş olduğu kadar sancılı bir süreç oldu..Bir çok fedakarlığa katlandılar..Kendi ürettikleri fındıktan pamuğa kadar bir çok ürünü kendileri tüketmiyor, kendi halklarından bile kısarak, fedakarlık ederek Avrupa ve gelişmiş ülkelere ihraç edip döviz elde etmeye çalışıyorlardı..Ki gelişmiş ülkeler, tüketim pazarını, hammadde pazarını kendileri oluşturduğundan, bu ürünlere hak ettiği fiyatın bile üçte biri, bazen beşte biri fiyat veriyorlardı..Bu dönemde gelişmekte olan ülkelerin o yıllarda bazılarının tüm ihracatı, ithal ettikleri petrolün bile bedelini ödemeye yetmiyordu..Döviz tasarrufları, yeni yatırımlara ve teçhizat alımına yetmiyordu..

Öte yandan gelişmekte olan ülkeler, hızla artan nüfusları, artan işsizlik, yüksek enflasyon, hayat pahalılığı, yetersiz kamu hizmetleri vb gibi nedenlerle sık sık sosyal çalkantılarla karşılaşıyorlardı. Üretim imkanlar dahilinde çoğunlukla devlet kontrolünde olduğundan, devlet etkin oluyor ve devlet, toplumsal oluşumlar için mutlak ele geçirilmesi gereken sürekli bir çekişme alanı oluyordu..Artan sosyal gerilimler ve huzursuzluk, yönetim krizlerine yol açıyor, ekonomik krizler, siyasi krizler sürekli askeri darbeleri besliyordu..Siyasi krizler ekonomik krizlere, ekonomik krizler siyasi krizlere yol açıyordu..

Üstelik bir çoğu, II. dünya savaşından sonra ancak bağımsız olabilmişlerdi..Öncesinde Emperyal devletlerin acımasız sömürüsüne maruz kalmış olmak nedeniyle de ülkelerde alt yapı, kültürel ve sosyal yapı bozulmuştu..Bu yüzden gelişmekte olan ülkelerden bazıları, kalkınma için harcayacağı enerjiyi, etnik çatışmalara, iç savaşlara, bölgesel çatışmalara harcıyor, kalkınmaya ve gelişmeye odaklanamıyorlardı..

Kalkınma için iyi bir eğitim sistemine, iyi bir eğitim sistemi için yetişmiş insan ve imkana ihtiyaç vardı..Ama devletlerin bunu sağlayabilecekleri imkanlar kısıtlı idi..Yetişmiş insan gücünün fazla olmaması, ülkenin fakir olması, bu ülkelerde ister istemez yozlaşma ve kötü yönetime sebep oluyordu...

Öte yandan bazıların kültürel yapıları ve değer yargıları, alışkanlıkları, sanayi toplumunun üzerinde durduğu zeminle çatışıyordu. Gelişmek için kültürel dönüşüme ihtiyaçları vardı..Ve bu kültürel dönüşüm, zaman alan, kuşaklar boyu süren bir süreçti. Basit bir örnek vermek gerekirse, zengin bir kültür mirası barındıran Hint kültürünün bazı alışkanlıkları, Hindistan'ın sanayiye geçiş sürecinde engeller oluşturuyordu. Hindistan'da hükümetler toplumun bazı kötü alışkanlıklarını değiştirmek için uğraşıyordu..Öyle ki kamu binalarının etrafı temiz tutulamıyordu. Bazı ülkeler ise bu dönüşüm sürecini kamu eliyle ve zor kullanarak kısaltmak için uğraştılar..Sonuçta bu deneyim, Çin'in 1960'larda yaptığı kültürel devrim gibi, ülkelerde milyonlarlarca insanın canından olmasına yol açtı, karşılığında ise alınan sonuç hüsran oldu. Ekonomilerde daha büyük tahribata yol açtı..Fakat sanayi kültürüne geçiş olmadan da ülkeler kalkınamıyordu..Kısacası bu fasit daire kırılamıyordu..

Latin Amerika'nın, Uzak Doğu'nun, bu fakir halkları, kendi hallerine bakıp Avrupa ile kıyaslayınca ,aşağılık kompleksine kapılıyor, gelişebileceklerine olan inançları zayıflıyordu..Gelişmiş ülkelerin her yaptığı doğru addediliyordu..Gelişmiş ülkeler, üstün insanların yaşadığı rüya ülkeler gibiydi..Fakir ülkelerde yaşanan bu sosyal histeri, yeni toplumsal ve kültürel çözülmelere dönüşüyor, artan memnuniyetsizlik yeni krizlere yol açıyordu..Halbuki bu ülkelerin sabırla çalışmaya ve zamana ihtiyaçları vardı..Fakat insan ömrü kısıtlı olduğundan, kuşaklar sürekli acele ediyor, sorunun kaynağını siyasi yönetimlerde ve uygulanan sistemlerde arıyorlardı..Halbuki yetişmiş insan gücünün olmaması sorunun ana kaynağıydı..

Gelişmekte Olan Ülkelerin Endüstrileşme Dönemi

Basit ve Temel mallar -Ara mallar-Yan Sanayi ürünleri- Fason ama Nihai ürün- Nihai Ürün 

(Hammadde işleme- Ara mal- Nihai Ürün için Komponent Üretme- Fason Nihai Ürün Montajı- Nihai Ürün)

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, katlanılan acılar, uzun yıllar süren toplumsal fedakarlıklar nihayet meyve vermeye başlamıştı..1990'lara gelindiğinde bu ikinci kuşak ülkelerde, dış borçla yapılmış olsa da, özel sektör ve çoğu zaman devlet eliyle, artık demir-çelik tesisleri, petrol rafinerileri, dokuma ve tekstil endüstrisi, çimento sanayi vb boy vermeye başlamıştı..

Artık Avrupa sanayisinin ihtiyaç duyduğu hammadde kaynaklarına yeni ortaklar gelmişti..Bu ülkeler, çalışanlarına çok düşük ücretler ödeyerek, toplumsal fedakarlığa zorlayarak, sigorta,grev,sendikalaşma gibi hakları kısıtlayarak ucuz üretim için toplumu zorluyorlardı.. Devlet eliyle ucuz üretim teşvik ediliyordu..Bazılarında hammadde kaynağının da olması, bu ucuz üretime daha fazla olanak sağlıyordu. Sonuçta bu ülkeler artık döviz kazanabilmek, ihracat yapabilmek adına yeni bir kaynağa daha kavuşmuşlardı..

Artan ihracatları ile artık daha fazla döviz kazanıyor, yeni yatırımlar için ihtiyaç duydukları teknoloji ve yatırım malları ithal edebiliyorlardı..Daha çok yatırım yapıyor, daha çok üretiyor, daha çok ihraç ediyor ve sonrasında daha çok döviz elde ediyor ve daha daha çok yatırım yapabiliyorlardı..

Bu ülkeler, artık yurt dışından teknoloji ve üretim makinaları ithal edebiliyorlardı. Ve daha fazla teknoloji ithal ettikçe, basit ürünleri daha büyük kütleler halinde üretebiliyorlardı..Bu yolla hem kendi ihtiyaçları belli oranda karşılanabiliyor hem ihracat imkanı kazanılıyordu..Sanayi büyüdükçe şehirler büyüyordu..Sanayi büyüdükçe istihdam artıyordu.Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş hız kazanmıştı..Bu toplumlarda üretim kültürünü edinme ve becerilerini öğrenme süreci hızlanmıştı..Artık bu ülkelerde endüstrileşme hızlanıyordu..

İkinci kuşak ülkeler, basit ürünleri üretmeye başlayınca, Avrupa ve diğer gelişmiş ülke pazarları basit ürünleri bu ülkelerden tedarik etmeye başladı..Ve bu fakir ülkelerdeki ucuz üretim, gün geçtikçe, basit mallar da, ara mallar da ve fason ürünlerde gelişmiş ülkelerin sanayilerine bu konuda rekabet imkanı bırakmamıştı..Ki onlarda bundan pek şikayetçi değillerdi..

Gelişmiş ülkeler, basit sanayi ürünlerinin üretimini gelişmekte olan ülkelere bırakarak kendileri daha fazla mühendislik ürünü olan yatırım malları üretimine odaklanmıştı..Ki gelişmekte olan ülkelerin artık para kazanıyor, kazandıkları ile daha çok yatırım yapıyor olmaları ve bu ülkelerin artan yatırım harcamaları, gelişmiş ülke sanayilerinin know-how yüksek ürünlerine olan talebi artırıyordu..

Basit bir örnekle, Avrupa dokuma sanayini bu ülkelere bırakıyor, kendisi dokuma makinası üretimini artırıyordu..Artık gelişmiş ülkeler, ham pamuk almak yerine artık kumaş almayı tercih ediyordu..Daha sonraki dönemlerde ise yeni gelişmekte olan ülkelerden bitmiş ürün (konfeksiyon ürünü) olarak ithal etmeye başladılar...

O yıllarda bir çok gelişmekte olan ülkede, toplum, gelişmiş ülkelerin bu basit sanayilerden kendi stratejileri gereği çıktığını düşünüyordu ki bu doğru değil..Gelişmekte olan ülkelerin çok daha rekabetçi fiyatlarla bu basit ürünleri üretiyor olması, gelişmiş ülkelerde ki bu tür firmaların batmasına yol açıyordu veya rekabet edemediklerinden kapanıyorlardı..Avrupa da 150 yıllık dokuma fabrikaları kapanıyordu..Artık gelişmiş ülkeler çimentodan tekstile, demir-çelikten yan sanayi ürünlerine bir çok sektörden çıkmak zorunda kalıyordu...
.
....devam edecek... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Niçin mi fikir değiştiriyorum? Çünkü ben fikirlerimin sahibiyim; Kölesi değil! Fikirlere karşı hiçbir taahhüdüm yoktur; ister korur, ister değiştiririm. Cenap Şahabettin

Ne kadar az bilirseniz; o kadar şiddetle müdafaa edersiniz. Bertrand Russell


Yarın yeni şeyler öğreneceğim..Ve bu nedenle bugünkü fikirlerim yarın değişebilir. Ben sadece verdiğim sözlerin tutsağıyım, düşüncelerimin ve fikirlerimin değil! Y.A

Konuşup anlaşamayacağım hiç kimse yoktur; anlaşamıyorsak konuşamadığımız içindir. Y.A

Sayfa Görünümü

Buradaki yazılar, tamamen kendi düşüncelerimi ve fikirlerimi içerir. Burada sunulan bilgilerin, kullanılan verilerin doğru ve güvenilir olması için gereken özeni göstermiş olsam da size doğruluğunu ve kesinliğini garanti edemem. Yazılarım, herhangi bir kişi veya zümreyi hedef almaz. Hiçbir kurum veya kuruluş ile bağlantılı değildir. Bu blog, kişisel bir blog olup yazıların yayım hakkı Yusuf Aygün'e aittir. Kaynak göstermek ve link vermek şartıyla yazılarımı kullanabilir, alıntı yapabilirsiniz... Her yazı, bir emeğin ürünüdür. Emeğe saygı göstermenizden dolayı teşekkür ederim.