• Kısa ve orta dönem yerine uzun döneme
  • Parçalar yerine bütüne
  • Olaylar yerine yapı ve sistemlere
  • Sonuçlar kadar sebeplere
  • Tek boyutlu düşünceden çok boyutlu düşünceye

22 Ocak 2012 Pazar

Avrupa'da Likidite Tuzağına Doğru..


Son iki haftada piyasalarda bahar rüzgarları esti..Özellikle bankacılık sektörü, yükselişte başı çekti..Bankaların krizlere daha duyarlı firmalar olması ve  Avrupa'daki hazine tahvillerinin risksiz durumdan çıkıp riskli varlıklar haline gelmesi ile beraber bankaların sermaye yapılarının bozulması nedeniyle banka hisselerinde geçen yıl çok büyük oranda satış görülmüştü..ECB'nin bankalara üç yıllık sınırsız kaynak sağlaması ile korkulan banka batışlarının şimdilik rafa kalkması ile banka hisselerine çok hızlı bir alım geldi..Avrupa'da bazı bankaların hisseleri son haftada % 8-20 civarında yükseldi..İMKB'de de benzer tablo vardı..Endeks, yurt dışı borsalara paralel çok hızlı bir toparlanma gösterdi..


Özellikle tahvil faizlerinin çok düşük olması, sermayenin kendisini yeni yatırım alanları keşfetmek zorunda bıraktı..Temettü geliri sağlayabilen hisseler öne çıktı..

Merkez Bankaları eliyle sağlanan çok düşük faiz ortamı, hisseleri değerleme açısından ucuz hale getirmiş olsa da bu tablo, bence, orta ve uzun vadede sürdürülebilir bir durum değil..


Bu yükseliş kalıcı olacak mı? Amerikan ekonomisinden son gelen veriler gerçekçi mi? 

Bilirsiniz, kış daha geçmeden havalar birden ısınınca meyve ağaçları çok çabuk çiçeğe durur..Sonrada bu yalancı bahar yerini gerçek kışa bırakınca ağaçlar hem çiçeklerinden olur hem de o yıl kaybedilmiş olur..

Açıkçası ben gelişmelerden kuşkuluyum..Avrupa'dan çelişkili veriler geliyor..ABD tarafında ise yaratılan istihdam'ın biraz zorlama olduğunu düşünüyorum ve son gelen veriler, zirve verileri olabilir..Sonraki aylarda işsizlikte tekrar artış ve ekonomide tekrar gerileme ihtimali olduğunu düşünüyorum...ABD'de son aylarda üretim sektörlerinde, geçmişe oranla, ciddi istihdam artışı sağlanmış olsa da hala daha en yüksek işsizlik oranlarının  % 17 ile mimarlar ve  % 15 ile mühendisler olduğu gözden kaçmamalı..

Taşımacılık sektörünün en önemli göstergelerinden Baltıc Dry İndex (Deniz taşımacılığı- Navlun İndexi) ile S&P 500 tamamen ayrışmış durumda..Ekonomilerde toparlanma var ise navlun endeksine neden yansımıyor..Tersi ise neden endeksler yükseliyor? (İlave not: Son yıllarda deniz taşımacılığında hızla artan kapasitenin ve sert rekabetin karları baskılaması, Navlun endeksindeki düşüşü tek başına izah ettiğini düşünmüyorum.)

Avrupa'da orta boy ve küçük şirketler  kredi bulamıyor

ECB'nin sağlamış olduğu fonlar, nispeten İtalya ve İspanya gibi sorunlu ülkelerin borçlanma sorununu rahatlatmış gözükse de reel tarafta şirketler hala kredi bulmakta zorlanıyor..Risk iştahında artış görülse de hala riskten kaçış ağır basıyor..Risk faktörü getiriye ağır basıyor..  Özellikle riskten kaçış nedeniyle Almanya gibi daha güvenilir ülkelerde tahvil faizleri rekor düzeye inmiş durumda..

Yani görünen, piyasalara sunulan bol kaynak, reel ekonomi yerine,  ya hazine ihalelerine ya çok büyük ve rekabet üstünlüğü olan şirketlerin bonolarına gidiyor..Küçük ve orta boy şirketler ise kredi bulmakta zorlanıyor..

Yani dolaşımda ki sermaye, % 1,9 faizle Alman tahviline gitmeyi, %3-4 faizle  orta boy şirketler yerine  % 2 faizle büyük şirketlerin bonolarına gitmeyi tercih ediyor..Sanırım şu an ki durumdan en fazla büyük şirketler karlı çıkmış gözüküyor..Sermaye daha güvenli diye bu şirketlere gelirken küçük şirketler riskli görüldükleri için kredi bulamıyor..

Nakit zengini, nakit akımları güçlü şirketler, sahip oldukları avantajların yanında mevcut konjoktörde küçük ve orta boy şirketlere göre sermaye için daha güvenli liman olarak görülmelerinden dolayı eskiye göre daha rahat, daha düşük faizle borçlanır durumdalar..Bu durum bilançoları kısa vadede olumlu etkilese de uzun vadede ekonomilerin durağanlığa girmesi ile bu firmalarında gelirlerinde azalma ortaya çıkacaktır.

Öte yandan ECB, gecelik % 0,25 faiz vermesine rağmen ECB'de mevduatlar her geçen gün artıyor..Yani sermaye, çok daha düşük faize rağmen, daha güvenli yerlere kaçmayı sürdürüyor..

Avrupa ekonomilerinde resesyon korkusu hala yenilebilmiş değil..Böyle olunca haliyle reel tarafta firmaların gelirlerinde azalma ihtimalide güçleniyor..Bu durumda bankalar, neden daha fazla risk alıp reel tarafa kaynak aktarsınlar ..Üstelik hazır olarak kendilerine ''Sarkozy karı '' sunulmuşken..Ortalama bir italyan firmasının riskinin, İtalyan devletinden daha fazla olması beklenir..Böyle bir durumda İtalya hazine tahvili almak, ortalama bir İtalyan firmasına kredi açmaktan daha güvenilir görülüyor..Üstelik bu tahviller % 6,5 faizle alınıp ECB'ye verilerek % 1'le yeniden borçlanma imkanı varken ve aradaki farkı cebe indirmek varken..Kaynakları hükümetlerin tüketir hale gelmesi, dışlama etkisi tehlikesini ortaya çıkarıyor..

Geçen hafta ECB başkanı Draghi, yaptığı değerlendirmede, ECB'de park eden gecelik 493 milyar €'nun, bankalara aktarılan 489 milyar €'nun geri dönüşü olmadığını , bu mevduatın başka firmalara ait olduğunda ısrarlı..Bildiğiniz gibi, banka harici büyük şirketlerde fazla nakitlerini ECB'de park edebiliyorlar..Öte taraftan Draghi, bankalara aktarılan kaynağın reel ekonomiye aktarılmaya başlandığından emin..Fakat neden diğer büyük şirketler hala bankalar yerine fazla nakitleri için  ECB'yi tercih ediyor..Bu durum, bankalara duyulan güvenin hala daha zayıf olmasının bir sonucu ise bankacılıkta kan kaybı devam ediyor demektir..Bu güvensizlik ortamı bankaların kendi arasındaki para alış verişinin hala daha çözülemediğini gösteriyor..Bankalar birbirine güvenmezken, risk alıp  neden diğer reel sektör firmalarına güvenip kredi açsınlar..(ECB'de 2008 krizi öncesi gecelik mevduat 100 milyar € civarında idi, 2008 krizinde bankalara ECB tarafından sağlanan fonların ancak % 33'ü ECB'ye geri dönmüştü..şimdilerde bu oran % 70'lerde)

Halbuki ekonomilerin yeniden dinamizm kazanabilmesi için küçük-büyük her şirketin kredilere ulaşabilmesi gerekiyor..

''Likidite tuzağı, ekonomide faiz oranlarının inebileceği en düşük seviyeye inmiş olduğu ve para arzını arttırarak faiz oranları (dolayısıyla yatırımlar ve toplam talep) üzerinde etkili olunamadığı durum. Böyle bir durumda para arzındaki artışlar doğrudan doğruya atıl birikim şeklinde elde tutulmakta ve faiz oranı değişmemektedir.Likidite tuzağı bir ölü noktadır. Bu noktada para arzının genişlemesine, faizin en düşük seviyeye inmesine rağmen, tahvil ve bono alımları felce uğramaktadır. Ekonomi likidite tuzağına düşünce parasal tedbirlerle iş hayatını canlandırabilmek ve tekrar tam istihdam düzeyine yaklaşabilmek imkânı ortadan kalkmaktadır.''

Likidite tuzağı böyle tanımlanıyor..Avrupa'da ki gidişat birebir benzemese de sonuçta ayn yere doğru yol aldığını düşünüyorum..

ECB ve Fed, piyasalara kaynak aktarıyor..Bu bol kaynak, enflasyon endişeleriyle beraber varlık fiyatlarında, emtialarda ve hisse senetlerinde yükselişe yol açıyor..Üstelik faizlerinde düşük tutulması ve faizin varlık fiyatlamasında direk etken olduğuda göz önüne alındığında hisse senetleri oldukça cazip hale geliyor..

Fakat ECB'nin bilançosu hızla büyürken, aktarılan kaynak, çoğunlukla Alman tahvillerine veya ECB'ye geri dönüyor..İtalya veya İspanya gibi ülkelere akan sermaye ise bu ülke şirketleri yerine kısmi olarak hazine tahvillerini fonlamayı tercih ediyor..
Bu süreç aşılamazsa daha fazla aktarılan kaynak, sadece enflasyona yol açar..Ekonomilerde daha büyük dengesizliklere yol açar..Ve boomerang gibi, ECB'nin kredileri daha fazla kendisine geri döner..

Enflasyon ve Deflasyon arasında sıkışan  piyasalar

Hükümetlerin kemer sıkma politikaları ise resesyon-durgunluk ihtimalini artırıyor..Ekonomilerin büyememesi, şirket gelirlerinin azalması ve hükümetlerin vergi gelirlerinin düşmesi demek..Yunanistan gibi ülkelerde çıkabilecek default (Borç ödeyememe) ihtimali ve bunun tetikleyebileceği veya başka nedenlerle banka iflasları deflasyon ihtimalini de güçlendirecek..

Piyasaların hızlı git-gel yaşamasının da en önemli nedeni, piyasaların enflasyon veya deflasyon  ihtimali arasında gidip gelmesi...''parasal genişleme, ekonomilerde tekrar canlanma - enflasyon - piyasalarda yükseliş'' döngüsü,  ''resesyon ve ülke ve/veya şirketlerde default - deflasyon - piyasalarda düşüş'' ..Piyasalar bu iki git-gel arasında sıkışmış görünüyor..Bir ay enflasyon ve hızlı yükseliş, bir sonraki ay deflasyon korkusu ve hızlı düşüş..

Kredi kanallarının tam olarak açılamamış olması, küçük ve orta boy şirketlerin kredi bulamamış olması, açılan düşük faizli kredilerin sokağa yansımaması nedeniyle sermaye ''ECB-hazine tahvilleri veya büyük şirket bonoları-ECB'' şeklinde bir döngüye yol açabilir..


Bir taraftan borç daralması, şirketlerin ve hane halkının borçlarını geri ödeyebilmek için tüketimini kısması, azalan talebin yanında bir de hükümetlerin kemer sıkması resesyon ihtimalini güçlendiriyor..(Eurozone'da hane halkı ve özel sektör borcu ülke yıllık gelirinin (GSMH) % 440 düzeyinde..ABD tarafında % 376..Bu yüksek borçluluk deflasyon ihtimalini güçlendiriyor)

Öte taraftan yapılan parasal genişleme ise ECB tarafından aktarılan kaynağın kendisine tekrar geri dönmesi veya zaten nakit sıkıntısı çekmeyen Alman hazine tahvilleri veya büyük şirketlere aktarılması..Yani piyasalara aktarılan kaynağın gitmesi gereken yere gitmek yerine belirli ellerde sürekli gezmesi..

Üstelik bu parasal genişleme enflasyona yol açacaksa bu hane halkı üzerinde gelir kaybına yol açacak..Yani büyümeye katkısı yokken halkın daha da fakirleşmesi demek..

Bill Gross -Dünyanın en büyük tahvil fonu yöneticisi -  '' Finans piyasaları yavaşça çöküyor..Çünkü yatırım için çok fazla kağıt var ama çok az da güven var..''(Ocak 2012)
Yani yatırım için fazla bir alternatif yok..Böyle olunca da güvenilir ülkelerin  sıfır faizli veya negatif faiz getirili tahvillerine daha fazla yatırım olanağı yok..Diğer ülkelerin tahvilleri ise çok riskli..Onlara da güven yok.

M2 Velocity S&P 500 / PPIParanın dolaşım hızının düşmesi, piyasalarda tekrar bir kilitlenme olasılığını giderek yükseltiyor.. Yandaki grafik paranın dolaşım hızı (Belirli bir zaman aralığında harcanan para) ile S&P 500'ün enflasyona uyarlanmış grafiği..Grafikteki gri alanlar, ABD'de resesyon yaşanan bölgeler [M2 V : Paranın dolaşım hızı, bir birimlik ortalama para arzının belli bir dönemde yarattığı nominal milli gelir olarak tanımlanabilir.(nominal gelir/para arzı) Paranın dolaşım hızı düştüğünde para talebi artıyor demektir. Çünkü, düşen dolaşım hızında, daha fazla para arzı eskiye göre aynı düzeyde milli gelir üretiyor anlamına gelir. Ekonomik birimler parayı mal ve hizmetler alımında harcamak yerine bir kenarda tutuyor demektir.Bir başka ifadeyle, paranın dolaşım hızının düşmesi durumunda artan para arzının, belli bir reel gelir büyümesinde, enflasyon yaratma gücü azalmaktadır]

Resesyon ve default durumları söz konusu olduğunda ise deflasyon ihtimali güçlenecek..Alman hazine tahvillerinde faizlerin inebileceği seviyeye kadar düşmüş olması nedeniyle, sermayenin gidebileceği alternatifler azalmış durumda..Mevcut konjoktürde, şimdilik borsalar, tahvillere göre yatırım için daha iyi konumlanmış olsada, resesyon ve ekonomilerde olası default  ihtimali ağır bastıkça borsalar tekrar cazibesini kaybedebilir...Böyle bir tabloda borsalar, yüksek riskli-düşük getirili  bir yatırım aracı olarak dezavantajlı konuma gelebilir..Öte yandan tahvil faizlerinin tekrar çok düşük seviyelere inmesi ile de tahvil yatırımında getiri sağlama ihtimali de çok azalmış olacak..Resesyon ve artan riskler nedeniyle küçük ve orta boy firmaların hem kredi talebi azaldığından hem de bankaların bu firmalara zaten kredi sağlama konusunda  gönülsüz olmalarından dolayı sermaye boşta park ederken,  bu durum  likidite tuzağı ihtimalini artıyor..

Avrupa'da bankaların artan sermaye ihtiyacı ve kendi ödemeleri için kaynak tutmaya çalışmaları nedeniyle gelişmekte olan ülkelere akan dış sermaye de azalmış durumda..Yani Merkez bankalarının piyasalara aktardığı kaynak hem kendi ekonomilerinde reel sektöre akmadığı gibi, gelişmekte olan ülkelere de akmıyor..Örneğin Çin'de son iki ayda direk yabancı sermaye girişinde keskin bir düşüş var...(Kasım % -9,76  Aralık % -12,7 )..

Ülkelerin gelirleri azalırken borçları artmaya devam ediyor 

Aşırı borçluluk nedeniyle çıkan bir krizi, daha fazla borçla çözmek kısa vadede iyi bir çözüm gibi görünse de uzun vadede çok daha büyük riskler barındırıyor..Nitekim 2008'de yapılan parasal genişleme, ülkelerin iflası ile sonuçladı..Bu sefer yapılan parasal genişlemede kanamayı durduramazsa bu sefer hem gereksiz bir balon yaratılmış hem kaynaklar israf edilmiş olacaktır..Üstelik bu parasal genişleme ile oluşan bütçe açıklarının, artan borçların bir gün kapatılması gerekecektir. Diğer yandan bilançoları hızla büyüyen Merkez bankalarının, bir gün bu bilançoları küçültmek zorunda kalacakları da aşikar...

Esasen ben bu krizin, bir finansal veya borç krizi yerine bir ''rekabet'' krizi olduğunu düşünüyorum..Finansal krizin de , borçluluk krizinin de bu krizin bir sonucu olduğunu düşünüyorum..Bu nedenle 1987'de elde edilen deneyimle, parasal genişleme ile bu krizin çözülebileceğini düşünmüyorum..1987'de Batı ekonomileri rakipsizdi. Bu nedenle krize girip, ekonomileri daralsa da pazar kaybetmiyorlardı..Pazarlarda oluşan boşluk başka ülkeler tarafından doldurulamıyordu..Fakat şimdi  konjöktür tamamen farklı..Üretimde, sevkiyatta meydana gelebilen herhangi bir kesinti anında başka ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerin firmaları tarafından kapatılıyor..Bu nedenle kaybedilen mevzileri tekrar toparlanarak geri almak, Avrupalı firmalar için giderek zorlaşıyor..

Parasal genişleme yoluyla ekonomilere aktarılan kaynaklar sadece iki üç yılı kurtarabildi..Sonra para bitti..Yine başa dönüldü..Bu yüzden şu an başlayan ralli havasının çok uzun ömürlü olmayacağı kanısındayım..Üstelik ekonomilerde ortaya çıkan kriz, salt finansal nedenlerle, sermaye kıtlığı nedeniyle ortaya çıkmamıştı..Çünkü 2008 öncesinde sermaye, geçmiş çok daha önceki yıllara oranla hiç olmayacak kadar boldu..Fakat bu bol likit ortamın kendisi, varlık fiyatlarında balon oluşturmak suretiyle krize yol açmıştı..2008 Finansal krizinde Fed öncülüğünde yaratılan çözüm modeli, bozulan ekonomik yapıyı sürekli suni solunum ve ekstra kan vererek hayata döndürme çabaları, piyasalarda sürekli bu suni çözümlere bağımlılık yaratılmış olması ve sürekli bir beklenti yaratılmış olması da orta ve uzun vadede daha ağır sonuçlara yol açacak..Yani piyasalara halen daha taze kan pompalanmaya devam ediliyor ve varlık fiyatlarında yeni balonlar yaratılmasının yolu açılıyor..Kan kaybediyor diye yarayı tamir edip kapatmak gerekirken, sürekli eksilen kan yerine, gereğinden fazla kan pompalanması  damarların çatlamasına yol açacak..İşte buna likidite tuzağı deniyor...

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(İlave: 27.01.2012 tarihli ECB'nin  yayınladığı son verilerde, özel sektör kredilerinde büyüme, kasımda  %1,7'den aralıkta % 1'e inmiş gözüküyor..Eğer ECB tarafından LTRO kanalıyla bankalara sağlanan ucuz fonlara rağmen, Ocak 2012 kredi büyümesinde artış görülmezse, Avrupa'da krizin derinleşmekte olduğuna dair tezlerin daha netlik kazanmış olacağı sonucuna varabiliriz.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Uzaklardan Bir Dizi: My One And Only

ImageGece geç saatlerde yattığım için keşfettim onu..Özellikle benim gibi pek dizi seyretmeyen biri için zamanla bir tutkuya dönüştü..Artık hafta içi saat 03:25'de Tv başındayım. Dizi, Kore televizyonu KBS World Tv'de ingilizce alt yazılı olarak yayınlanıyor. 
Bir Güney Kore dizisi ama hikaye çok tanıdık..Zengin kız , fakir erkek..Ve aşk..
Diziyi bana sevdiren sadece hikayenin tanıdık olması ve  dizinin birbirinden güzel aktrisleri değil tabii ki..

Çocukluğumdan beri, ben başka kültürlere ve başka ülkelere hep ilgi duymuşumdur. Hep merak etmişimdir. Acaba onlar nasıl yaşarlar ve ne düşünürler..Bizim gibi gülerler mi, sevinirler mi, ağlarlar mı? Onlar da bizim gibi mi? Ülkeleri, iklimleri, coğrafyaları, dilleri, yemekleri, davranışları, tarihleri, dinleri bende hep bir merak konusudur.

Ve bu dizi, bana aslında Kore kültürünün bize ne kadar yakın olduğunu farkettirdi. Ve onları tanıdıkça, dizide yaşam biçimlerini, aile yapılarını, birbirleriyle olan münasebetlerini, davranış şekillerini vb gördükçe artık onlar bana öteki değildi, daha tanıdıktı..
***
Dizinin kahramanları, yakışıklı ama fakir Unchan ile çok  güzel ve zengin Gunghwa..
Güzel aktrisimiz, Mirae Architects şirketinin sahipleri, Mr&Mrs Na'nın kızları..
Unchan ise kalabalık bir aile çocuğu ve çalışkan biri..İdeali bu şirkete girmek..Duygularını pek belli etmek istemeyen biri zira Gungwha'ya hala onun duymak istediği şeyi söylemedi..Yine bu firmada abisinin eşi, yani gelinleri Doyeong ve gelinin ablası Dohui  çalışıyor..Abisi, Gachan, hukuk okuyor, yakında avukat olacak..İyi biri ama biraz sorumsuz..Ailede başkaları da var tabii ama onlar, hani bilirsiniz biraz renk olsun biraz  hikayeyi tamamlasınlar diye varlar.
Kayınvalide gelinini pek önemsemiyor, hep tersliyor..Diğer yandan kayınvalideler de anlaşamıyor. Unchan'ın annesi ile gelinlerinin annesi yani kasabanın belediye başkanı olan kadın hiç geçinemiyorlar..
Gunghwa'nın annesi, kızlarının Unchan ile yakınlaşmasından rahatsız.. Kendi şirketlerinde çalışan  Seojun  ile evlenmesini istiyor..
Unchan'ın babası ile Gunghwa'nın babası arasında da bir hikaye var, geçmişte yolları tatsız bir şekilde kesişmiş..Ama ne olduğunu şu an ben de bilmiyorum..Bir kalem var, onun bir hikayesi var..O kalem neyin nesidir, onu gelecek bölümlerde öğreneceğiz..Adam ikide bir kenara çekilip kaleme bakıyor, duvara bakıyor, yere bakıyor, düşünüyor falan..Benzer kalemi, firma sahibinin de elinde görünce şok olmuştu..

Mirae'nin kurucusu, Gramps, Gunghwa'nın dedesi..Yani annesinin babası..Anne, pek bir güven vermiyor, ilerleyen bölümlerde kesin bir şeyler karıştıracak, bu belli..

Unchan ile firmanın en büyük hissedarı ve kurucusu olan amcanın yolları kesişti. Amca -ki firmada artık çalışmıyor, kendi atölyesi var, orada vakit geçiriyor-  çocuğu pek bir sevdi ve o da belli ki Unchan'ı yetiştirecek ve sahip çıkacak..

Aşk, bir dünya engelle karşılaşsa da  yine kendi yolunu bulduğu için herhalde en kuvvetli duygumuz ve dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın hep anlamlı...

Bakalım Unchan ve Gungwha ne engellerle karşılaşacaklar..

Yani olaylar olaylar..

18 Ocak 2012 Çarşamba

Sanal düşmanlar..Ah şu spekülatörler..


Bilirsiniz, piyasaların günah keçisidir onlar..Spekülatörler..Ama piyasa dediğinde onlardır çoğunlukla..Çünkü spekülatör, işlem hacminin büyük kısmını oluşturur..Ve piyasalara, bilinenin aksine, derinlik kazandırırlar..

Sığ piyasalar spekülatörün düşmanıdır..Çok az işlem hacmiyle fiyatlar bir anda uçuverir..Veya tam tersi göçüverir..Spekülatör içinde böylece oyun alanı kendiliğinden bitiverir..Halbuki spekülatör avcı gibidir..Önce kendi testisini dolduracak, sonra kalan çok az kısım payla da piyasayı istediği yöne çekecek ve sonra testiyi boşaltacaktır..

Testiyi boşaltmak için karşısında başkaları olmalı, olmalı ki bu hareketin bir getirisi olsun..Öyle ya, spekülatör ve onunla itişip kalkışan gerçek yatırımcı var bir de..Tabii spekülatör suçlandığına göre gerçek yatırımcı mağdur edilmiştir..Fakat bu gerçek yatırımcı da her nedense spekülatörün peşine düşmektende hiç kaçınmaz..Kazandığında mutludur..kaybettiğinde spekülatör hırsızdır..ya kendisi spekülatörü soyduğunda kendisine ne demeli ?

Gerçek yatırımcı da herhalde piyasalarda her pozisyon açtığında, aldığı ürünü, sürekli ilk elden, ilk halka arzdan almıyor ya..O da muhtemelen ve çoğunlukla  spekülatörden alıyor..Oyun alanı, sadece gerçek yatırımcılara kalsa piyasada hareket olmayacak..Herkes pozisyon alıp, yıl sonunda şirketin bilançosunu bekleyecek..Sonrada şikayet ederler..Piyasada yaprak kımıldamıyor diye..Gerçek yatırımcı da hem spekülatöre kızar hem göz kırpar..

Öyle ya..Sürekli gündeme düşen haberleri, kim piyasayla sürekli eşleyip fiyatlandıracak...

***
Spekülatörler, çoğunlukla ''kral çıplak'' diyenler ve yine çoğunlukla krizin ilk tetiğini çekenler..

Peki bu spekülatörler hep bireyler mi? Eğer öyleyse, o büyük fonların traderleri kim o zaman..O fonlardaki sermaye, emanet para değil mi.. Başkasının parasıyla bu fonlar bu kadar rahat spekülasyon yapabilirler mi.. Bu traderler ve fonlar hesap vermiyor mu.. Yoksa bu fonlar işini yapıyor da, biz işimize geldiği zaman onları yatırımcı, işimize gelmediğinde de spekülatör diye suçluyor muyuz ?

İşte sorun burada..Yıllarca Yunanistan'a ucuz fon temin edenler şu an suçlanan spekülatörler değil mi? Yani o büyük bankalar, fonlar..Spekülatörün et ve kemiğe bürünmüş hali olan bu kurumlar..O zaman hiç suçlanmıyorlardı ama..

Uzakdoğu, bu fonların parasıyla büyüyordu..Bu fonların parasıyla yatırımlar yapılıyor, istihdam yaratılıyor, atıl kaynaklar harekete geçiriliyordu.. Bu ülkelere, kendi imkanlarının çok ötesinde, oldukça büyük bir sermaye akımı vardı..Hatta gelişmekte olan ülkelere akan tüm dış sermayenin yarısı kadar..Düşük kur, yüksek faiz politikası ile çok rahat borçlanıyor ve bu rahat borçlanmanın verdiği özgüvenle, bazen de gaza gelip gereksiz işler yapıyorlardı..Bu gereksiz işlerin sonucu kötüye varınca, ödeme güçlüğüne düşünce 1997 Doğu Asya Mali Krizi patlak vermişti..Ama onlar kendilerini suçlamak yerine, bileti spekülatörlere kesmişlerdi..Krizi spekülatörler çıkarmıştı..Kendileri işlerini güzel yapmıştı, ekonomide dengesizlik yoktu ama işte kriz çıkmıştı..

1998'de George Soros, Rusya'yı uyarmıştı..Rus Merkez Bankası ve Rus Ekonomi yönetimininden ise sert tepki gelmişti..Hatta Soros, Ruble'de devaülasyon kaçınılmaz, Ruble değer kaybedecek dediğinde, iyi hatırlıyorum, Rus Merkez Bankası Başkanı : ''Devaülasyon olacaksa bunu yapacak olan herhalde biziz..Bizim de böyle bir niyetimiz yok, bizim yapmayacağımız şeyi o nerden yapacakmışız gibi söylüyor'' demişti. Devlet başkanı  Yeltsin de, devaülasyon yapmayacağına yemin etmişti..Çok geçmedi, Rusya'da devaülasyon oldu..Üstelik bu yeminden dört gün sonra..

Aslında spekülatörler, çoğunlukla ''kral çıplak'' diyenler ve yine çoğunlukla krizin ilk tetiğini çekenler..O yüzden suçlular..Fakat o silahları dolduranlarda çoğunlukla ülkelerin kendi Merkez bankaları ve kendi ekonomi yönetimleri..Hovardaca işler yapan hükümetleri..

***
Spekülatörler.. Piyasaların fırsatçı, haylaz  çocukları..

Yunanistan, yiyip içip gezerken spekülatörler ağam paşamdı..Yunanistan, bu adamların parasını har vurup harman savurdu, çarçur etti, sonra da  borcunu ödeyemez oldu..Şimdi gidip yetkililere sorsanız, yine aynı cevabı verirler:  Spekülatörler suçlu..Tabii kendileri  masum..Öyle ya, daha fazla borçlanabilmek adına, ülkenin rasyolarını, ekonomik görünümünü gösteren rakamları da başkaları gizlemiş ve yerine yalan rakamlar doldurmuştu..

Yunanistan'a borç verenler çoğunlukla bireysel yatırımcı değil..Kurumsal fonlar ve bankalar..Ve bu fonlar, şu an Almanya'ya negatif faizle borç verirken, Yunanistan'dan neden anormal faiz istiyor? Yunanistan, spekülatör avına çıkacağına kendine bu soruyu sormalıydı : Bir zamanlar bana güle oynaya borç verenler şimdi neden tekrar borç isteyince bana el-kol hareketi yapıyor ?

Gelelim bizim mevzuya..Türkiye, cari açık vermese ortada dolar spekülatörü görür müydük?..Ya da enflasyon azmasa, faizler tırmanmasa faiz lobisi ortaya çıkarmıydı ?

Suçlanan spekülatörleri, ben çoğunlukla, hani şu meşhur Hababam filmlerinde, Hababam sınıfı tek ayak üzerine durma cezası aldığında, gelip onların karşısında duran, onlara gülen, onlarla eğlenen o küçük, haylaz çocuğa benzetirim...Ona ne kadar kızsalar da, onları o hale düşüren, ne o çocuktu ne de o cezayı veren..O fırsatı değerlendiren sadece bir fırsatçı..Fakat o fırsatçı, gerçekte, ne o sorunun esas kaynağıdır ne de esas sorumlusu..

Biz, sattığımızdan daha fazlasını alırken, tasarrufumuzdan daha fazla yatırım yaparken, birileri bu açığı finanse ediyordu..O birileri, açığımızı kapattıkça biz sanıyoruz ki bu hep böyle gidecek ve onlar buna mecbur..Öyle değil işte.. Bize her zaman borç vermek mecburiyetinde değiller. O birilerinin de parası kıymetli ve bize hep aynı şartlarda borç vermek mecburiyetinde hiç değiller..Şartlar değişirse, o birilerinin de şartları değişiyor..

Şimdilerde adı yüksek faiz lobisine çıkan o birileri, daha geçen yıl bize düşük faizle borç veriyordu.. Şimdi ise, seni tekrar finanse ederim ama sen ev ödevini yapmadın, senin cari açığın beklentimizden daha yüksek ve enflasyon kontrolden çıktı diyor..Benim kur riskim ve faiz riskim var diyor..Sana 1,80 $/TL kur üzerinden % 9 faizle borç verdiğimde, ya sonradan kur 2,20'ye ve faiz % 13'e çıkarsa, benim elimdeki tahvil  %3,5 değer kaybeder ve yükselen kurla beraber toplamda relatif % 21, reel de %10,8 zarar edersem, bu zararı kim ödeyecek ?.. Merkez bankamız ve ekonomi yönetimimiz, bunlar olmayacak diyor..Onlarda haliyle, cari açığı ve enflasyonu kontrol edeceğine neden eskiden daha fazla inanayım diyor..Bu işte mahir olsaydın zaten bugünki tablo olmazdı diyor ..Ben bu yüzden kendimi güvenceye almalıyım ve ancak daha fazla risk primine karşılık, daha yüksek faizle borç veririm diyor..Bunu dediğinde suçlu oluyor..

Türkiye, ekonomisinde reformlar yapıp cari açığı önleseydi, şimdi kur ve enflasyon sorunu olmayacaktı..Ve de etrafta dolar spekülatörü ve faiz lobisi de olmayacaktı..Ve bilmeliyiz ki, onları yaratan, bizim kendi ekonomi yönetimimizdir, kendi yetkililerimizdir..

Bir yerde spekülatör suçlanıyorsa bil ki, reel tarafta gerçekten bir sıkıntı var...Yani Yunanistan spekülatörleri ilk suçlamaya başladığında Yunanistan'ın batık duruma geldiğini, elinin zayıfladığını ve batağa sürüklendiğini hemen anlamalıydık..Sen yıllık gelirinin % 177 borçlanırsan ve bu borca karşılık yatırım yapıp gelir elde etmek yerine, başkalarının parasıyla, yüksek emekli maaşı ödersen, kaldırım yapmak için harcarsan, sonra da geri ödemek için para bulamazsın..
1998 de, Rusya'da yıllık gelirinin, GSMH'nin % 8,2'si  bütçe açığı ve -toplam borcu az olsa bile- kısa vadeli yüksek borca girmiş, bu parayıda üretim yerine maaş ödemesinde, sosyal harcamalarda kullanmıştı..Ekonomik kaynaklar mafya tarafından talan edilmişti..Vergi gelirleri toplanamıyordu..Yolsuzluk almış başını yürümüştü..Sonuçta o da krizden kaçamamıştı..Fakat o da başlangıçta krizi inkar etmiş, spekülatörlerin bir dümeni olduğunda ısrar etmişti..

Bu yüzden, ben bir yerde spekülatörlere savaş açıldığını duyduğumda, bunu kaçınılmaz hazin sonun başlangıcı olarak görürüm..İtalya da spekülatörlere savaş açtığında İtalya'nın işinin daha o anda bittiğini anlamıştım..Sonrası hızla geldi zaten...

İnsanlar genelde başarısızlıklarını itiraf edemezler..Bunun kendi eksiklikleri olarak addedileceğini düşünürler..Bu korkudan dolayı hep başkalarını suçlarlar..Ve bu psikoloji, dil din ırk ayrımı yapmaz..Her millette bu duygu vardır..Ekonomi yönetimleri ve hükümetlerde de aynı psikoloji vardır..Hata ettik diyemezler..O yüzden hatalarından dönmekte hep geç kalırlar..

2001 öncesinde cari açık kontrolden çıkmışken, Türk merkez bankasını, spekülatörler zorlamamıştı sabit kur rejimine.. Yine o büyük krize giden süreçte, Türk hükümetleri, kötü yönetimle kendileri ekonomiyi uçuruma götürmüştü ..Sonra deniz bitmişti..Dalgalı kura geçilmişti..Ama krizi spekülatörler değil, biz kendi yönetimimiz çıkarmıştı..Yetkililere sorsanız, IMF suçluydu ama biz masumduk...Ama neden IMF'ye muhtaç hale gelmiştik? O mevzubahis değildi..Mevzu bu olsaydı zaten krize girmezdik..Çünkü kriz öncesinde bu soruyu kendine sorma idrakinde ve cesaretinde olacak kadar iyi olan yönetim, işini hakkıyla yapardı.. 

***
Geçmişte geleceği harcamışsanız, gelecekte de birileri tahsilat için kapınızı mutlaka çalacaktır..

Son aylarda, bir çok Avrupa ülkesinin de kapısını birileri ısrarla çalıyor..Kapının çalındığını duyuyorlar ama gelenin kim olduğunu da iyi biliyorlar..O yüzden kapıyı açmamak için kimi ya saklanıyor, ya sessiz kalıyor, yada hep beraber  bişeyler yapıyor, kapının arkasına duvar örüyorlar..Ve umutları var..Belki bu çabalar işe yarar ve o kapıyı ısrarla çalan birileri tekrar döner gider..Ya da bu sefer kapıyı tokmakla dövmeye başlar..Daha da açmazlarsa kapının kırılacağını biliyorlar ama ördükleri duvara güveniyorlar..Halbuki gelen o biri,  kapıyı kırmışsa muhtemelen duvarı da yıkacaktır..O gelen, yaklaşan ekonomik krizdir..Korkudan ördükleri duvar ise ECB'nin düşük faizli fonları..

Aslında Avrupa, kapıyı ısrarla çalanın ekonomilerinin temellerinden yükselen bir kriz olduğunu biliyorlar ama gerçeği kabul edip itiraf etmek yerine, onunla yüzleşmek yerine, kapıyı çalanların spekülatörler olduğunu düşünmek istiyorlar..Kapıyı çalanın, zile basıp kaçan haylaz çocuklar olduğunu..Böyle olunca çözüm de basit tabii : Spekülatörleri kapıdan kov, krizden çık..

Tarih, dün olduğu gibi bugün de tekerrür ediyor..

Fakat geçmişte spekülatörleri cezalandırıp krizden çıkmış ülke görmedim..Belki ben kriz literatürünü iyi bilmiyorumdur..Fakat bildiğim şey, spekülatörlere savaş açıp hedef saptıranlar sonrasında gerçek bir krizle yüzleştiler..Üstelik spekülatör avında kaybettikleri zaman, daha da ağır sonuçlara yol açtı..Çünkü kapıyı çalan o kriz, içerdekilerin  korkularından gün geçtikçe daha da beslenerek irileşiyor..Kapının önündeki irileştikçe içerdekiler eriyor..O yüzden yüzleşme, ilk ana göre çok daha acımasız olacak..

Yunanistan, Portekiz derken şimdi de İtalya..Diğerleri en sonunda teslim oldular..İtalya hala çabalıyor..Orada da yavaş yavaş sona geliniyor gibi hissediyorum..

Türk merkez bankası, faiz ve kur lobisi diyerek, spekülatörlere savaş açtığında Türk merkez bankasının da faiz ve kurda köşeye sıkıştığını düşündüm..Ve bunun da aylar sonra neticesini merak ediyorum...Yani reel tarafta, büyüyen endüstrisi için yeterli ham madde ve enerji kaynağı olmayan, büyüdükçe hem ham madde hem enerji açığı artan ve bu yüzden daha fazla ithalat yapmak zorunda kalan, finansman tarafında tasarruf  sorunu olan bir ekonomi var..Bunun da karşılığında, büyük bir cari açık ve bu cari açığın tetiklediği yükselen kur ve enflasyon var..Bizde cari açık ve enflasyonu spekülatörler çıkarmadı ya..

Geçmişte, 2008 öncesinde, döviz kurunu düşük tutup , ara mallarda sanayinin rekabet gücünün azalmasına ve bu yüzden ara mal ithal etmek zorunda kalınmasına, bunun sonucu olarak cari açığın yeniden artmasına spekülatörler mi sebep olmuştu ?..(Bizdeki cari açığın tabii ki tek sebebi bu değil..)

Merkez Bankası, bugünlerde, resmin bütününü görmek yerine tekrar sanal düşmanlara ateş etmeye başladı..Üstelik bu sefer yalnızda değil..Hükümette cadı avında..Bu hayra alamet değil..Bu gidişin sonuda diğer ülkeler gibi olmasın..Yani gerçekte sıkıntı yok da, spekülatörler sanki bizde sıkıntı varmış gibi gösterip bizi tırtıklayacaklar paranoyası...Şu an ki  tabloyu sadece faiz ve dolar spekülatörleriyle izah etmek bence yeterli değil..

Bizde gerçekte sıkıntı var ve piyasa bunu dışarı vuruyor..Çözüm, negatif faize piyasaları zorlamak değil..Çözüm, ekonominin reel tarafında reformlar yapmak, yerel kaynakları aktive etmek, enerji için belki nükleer santral yapmak, kuru gerçekçi seviyede tutmak, rekabet üstünlüğü yaratmak, yerel tasarrufu artırmak..vb..

Ben bunu prensip edindim..Bir ülkede spekülatöre savaş açıldığında o ülkeden kork!..Bir ülkede spekülatörler suçlanıp açığa satış yasaklandığında o borsadan hemen çık!....Çünkü orada gerçekten bir sıkıntı var..Ve o sıkıntıyı çözmek, yetkililerin kabiliyetini aşmış ve onlarda kızgınlıkla suçlu avına çıkmışlar..Yani iş, spekülatörleri suçlamaya kadar varmışsa demek ki çoktan umutlar tükenmiş ve çoktan ateş bacayı sarmış..O ülkede, sorumlular, kendi kazdıkları çukura düşmüşler, can havliyle sağa sola ateş ediyorlar diye düşün..Zaten zaman sonra da bu kendi açtıkları ateş, çıkardıkları gürültü,  çığ kopmasına yol açıyor ve sorun birken üç oluyor...

Bu spekülatör avı, yatırımcı için bence çok önemli bir sinyal olmalı..Bu işaret, sonu nereye varacağını bilmediğin karanlık tünele girmeden önceki son çıkış olabilir..

***
Gerçekte spekülatör, iyi veya kötü gidişin kendisidir...

Bir yerde reel tarafta işleri iyi gidiyorsa, spekülatör orada bahçıvan gibidir..Daha ucuzdan daha fazla su taşır ekonomiye..Büyüme hızlansın ki şirketler daha çok kar etsin, daha fazla kar payı ödesin, kendi yatırdığı para daha fazla artsın..Bitkiler, ağaçlar hızla meyveye dursun ki, o meyvelerden kendisi de nasiplensin..

Bir yerde reel tarafta işler iyi gitmiyorsa, Spekülatör orada akbaba gibidir..Etrafta spekülatörler, bir yerin etrafında daireler çizip, halkalar halinde uçuyorsa bil ki, mutlaka  orada ya bir yaralı veya ölü var...Akbabalar görünmüyorsa da, ortada zayıf düşmüş bir yaralı veya ölü varsa  ve de kokmaya başlamışsa, akbabalar yakında türeyecek demektir..O akbabaları kovmak için onlara ateş edene aldanma!..Akbabalar, o zayıf düşen yaralının sorumlusu değildir..O yaralı ise, kendisi  zayıf düştüğü için akbabaların türemesinin sebebidir..

Akbabalar da gelmişse, o zayıf yaralıdan fazla umutlu olma!.''Etrafta niye bu kadar akbaba var?'' diye sorma! ''Orada bir yaralı niye var veya oradaki niye yaralı ?'' onu sor!...

***
Ha bir de yalan haberler çıkaran, sanal fiyatlar sanal piyasalar oluşturan, manipülasyon yapanlar var..Onların ikizi,  insider trading-içerden öğrenenler ticareti- yapanlar var..Kimseler ne olduğunu bilmeden ülkelerin kredi notu değişikliğini öğrenip pozisyon alanlar, geçen kasım ayının son haftasında olduğu gibi, Avrupa Birliği'nin parasal genişleme yapacağını herkesten önce öğrenip pozisyon alanlar veya yakın tarihimizin kara çarşambası 21 Şubat 2001'den önce, gidişatı takip ettiklerinden değil, bir yerden duyum aldıkları için  bol miktarda döviz stoğu yapanlar var..Eee onları da kanun  hırsız olarak tanımlıyor..Onlarda ayrı bir yazı konusu olsun..

12 Ocak 2012 Perşembe

Mega Trendler-2012 ve Etkileri..

.
2012'ye dair beklentileri ve gidişatı özetleyen çok güzel bir yazı..Çok az açıklayıcı ilavelerle, aslına sadık kalarak çevirdim..Orjinal hali, merak edenler için ektedir..

Mega Trends 2012 and their Impacts
Stock-Markets / Financial Markets 2012
Jan 08, 2012 -
By: Colin_Twiggs

Önümüzdeki yıla genel bir bakış atmak için öncelikle, onlarca yıl veya bazı durumlarda daha uzun süren, büyük trendleri analiz etmeliyiz..

Nüfus artışı ve Gıda kaynakları
Geçen yüzyılın en önemli dinamiği, dünya nüfusunun üssel olarak artmasıydı. Nüfusun 1 milyardan 2 milyara çıkışı 123 yıl sürmüştü (1927) ve 5 milyardan 6 milyara çıkışı ise sadece 12 yıl sürdü (1999). Bu artış hızı her ne kadar yavaşlasa da, 2050’li yıllarda bugünki 7 milyar nüfusun zirve seviyesi olan 9 milyara ulaşacağı öngörülmektedir..

Aynı zamanda, tarım ve su kaynaklarındaki artan bir biçimde azalma (kıtlık) ile yüzleşmek zorundayız..Her ne kadar teknolojideki gelişmeler, tarımda verim artışı sağlamış olsa da, Çin ve diğer Asya ekonomilerinin artan et tüketimleri , toplam tarım üretimini azaltacaktır..Besi hayvanlarından, eşdeğer miktarda yenilebilir protein elde etmek için gereken tarım alanı, geleneksel  baklagiler ve tahıl için gereken alandan 4-5 kat daha fazladır..Hatta sığır etiyle mukayese edildiğinde 10 kata kadar çıkabilir(*)..Bitkisel yakıt (ethanol) üretiminin de ortaya çıkışı ile tarım alanlarında  bu tür bitkilere yer ayrılması, gıda üretimi için ayrılan tarım alanlarında azalmaya yol açacaktır.

Küresel ısınma, ister suni ister doğal döngü olsun, tarım ürünleri üretiminde de düşüşe yol açmaktadır - kuraklık, seller, denizlerde balık rezervlerinde azalma..

Doğal kaynaklarda Azalma
Global endüstrileşmenin hızlanması ile global rezervleri, (demir ve demir dışı cevher rezervleri ile enerji kaynaklarında petrol, kömür rezervleri) daha fazla tüketiyoruz. Hazırda kullanılabilecek rezervleri hızla tüketmemizden dolayı ilerde emtia maliyetlerinin daha fazla artması beklenmektedir..Zira hazır kaynakların azalması nedeniyle yeni kaynakların keşfedilmesi gerecektir..Bu nedenle daha derinlerde kazılar yapmak ve daha zorlu üretim koşullarına katlanmak gerekecektir. Derin sularda, okyanus sondajları ve kuzey -güney kutup dairelerinde yeni keşiflerin artması muhtemeldir.

Enerji kaynaklarında azalmaya bağlı olarak, mevcut güvenlik endişelerine rağmen, Nükleer enerji tüketiminin artması beklenmektedir. Teknolojik gelişmeler her ne kadar daha güvenilir nükleer enerji - Thorium flouride reaktörleri gibi- elde etmeye olan umutları artırsa da bu henüz ihtiyaca cevap verecek düzeyde değildir. Güneş enerjisi, Rüzgar enerjisi -teknolojik gelişmeler, bu kaynakların üretim maliyetlerini, alternatif üretim kaynaklarının üretim maliyetleri seviyesine çekene kadar- marjinal düzeyde kalması muhtemeldir.

Global rekabet
Sınırlı, kıt kaynaklar üzerindeki rekabet, küresel nüfuz alanlarını genişletmek ve arz güvenliğini sağlamak isteyen küresel oyuncular arasındaki tansiyonu artıracaktır.. Orta Doğu, Afrika, Güney Amerika, Avustralya, Moğolistan ve eski SSCB ülkeleri, sahip oldukları zengin doğal kaynaklar nedeniyle potansiyel hedefler olacaktır..

Ticaret savaşları
Kıt kaynaklar üzerindeki rekabete ilave olarak, uluslararası ticarette de rekabetin arttığını görme olasılığımız yüksek..Daha fazla kur (döviz kurları) manipülasyonuna karşı gösterilen direncin - 1980‘lerde Japonya tarafından başlatılan ve son on yılda Çin tarafından sürdürülen yüksek kur uygulamasına duyulan tepkilerin - artma olasılığı yüksektir. Çin ve Japonya tarafından tutulan ABD hazine kağıtları 2.3 Trilyon $'dan fazladır..Sermaye hesabı girişleri, sermaye hesabı çıkışlarını kontrol etmek için kullanılmaktadır..Böylece kur seviyeleri baskılanarak daha rekabetçi ticaret avantajı sağlanmaktadır ..

(Kur savaşları: Ülkeler kendi para birimlerini zayıf tutarak ihraç ürünlerinin fiyatını ucuzlatırlar..Böylece daha fazla ihracat avantajı sağlarlar..Öte yandan bu yolla ithalat maliyetlerini de yükselterek ithalatı kısıtlarlar..Çin ve (daha önceleri de) Japonya’nın ihracat gelirlerini tekrar ABD'ye transfer etmeleri nedeniyle ülkelerinde ABD doları, kendi para birimlerine karşı değerli kalmakta ve yüksek kur ile daha fazla ihracat olanağına kavuşmaktalar..Son zamanlarda ABD, Çin’e daha fazla baskı yaparak, Çin’in ihracattan elde ettiği geliri, sürekli ABD hazine kağıtlarına yatırmak yerine, kendisinin de harcama yapmasını ve kuru bu yolla sürekli baskılamak yerine yuan’ın değerlenmesinin önünü açmasını ve bu yolla kendi ithalatını da artırmasını istiyor..Çin’in, tek taraflı kendine avantaj sağlayan, Yuan'ın değerini düşük tutmaya odaklı bu kur rejiminden vazgeçmesini istiyor..)

Yükselen Demokrasi
Küresel istikrarsızlığı artıracak bir başka faktör, dünyanın bazı bölgelerinde demokrasinin yükselişi..Arap baharıyla ortaya çıkan demokrasi hala emekleme döneminde olmasına rağmen, hiç şüphesiz bu gelişmeler, küresel çapta diğer otokratik hükümetler arasında derin endişelere yol açtı..Gıda sıkıntısı ve global düzeyde artan fiyatlar önemli bir katalizör işlevi görmektedir..Bu gelişmelerin, bazı otokratik rejimlerin artan oranda daralmasına ve bazılarında ise hızlı bir demokratik dönüşüme sebebiyet verecektir (Myanmar gibi)..Fakat bu demokrasiye geçiş süreci -özellikle birden fazla din, dil, ırk ve kültürel farklılıklar içeren ülkelerde- kolay ve pürüzsüz olmayacaktır..Bu geçiş süreci, belli bir istikrar seviyesine kavuşana kadar, ülkelerde on yıllarca süren iç çatışmalara yol açabilecektir..

Çürüyen Demokrasiler
Öte taraftan uzun süreli ve olgunlaşmış batı demokrasilerinin çürümesine tanıklık ediyoruz..Özellikle büyük sermaye sahibi belli çıkar grupları (örneğin bankalar, büyük petrol ve silah üreticileri), hükümetleri ve politikacıları, sadece seçmenlerine hizmet vermek yerine aynı zamanda kendilerine de finansal sponsor olmaya zorlamaktalar...Yaşlanan nüfus ayrı bir tehdit unsuru: Ekonomik üretime katılmamalarına rağmen, Yaşlı nüfusun ciddi bir seçmen bloku oluşturması nedeniyle, bu kitleler, hükümetler üzerinde sosyal harcamaların dağılımında -sağlık ve emeklilik ödemeleri gibi- artan bir etkiye sahipler..Seçmenlerini mutlu etmek isteyen  ve yeniden seçilmeye çalışan politikacılar, aşırı harcamalar, artan kamu borçları ve zayıflayan para birimleri nedeniyle daha fazla suçlanacaklar..
Daha fazla uzlaşmaya dayalı demokrasi (İsviçre modelinin genel hatlarına sahip) ve şu anki mevcut kazanan alır sisteminin aşırılığından uzak bir demokrasiye dönüşümümüz ise uzun dönemli bir umut olabilir.

Global borç krizi
Batı demokrasilerinin yozlaşması, (artan kamu borç seviyesi ve çift haneli rakamlarda artış gösteren özel sektör borçluluğu yoluyla) son 30 yılda kitlesel bir borç patlamasına yol açtı..Büyük borç balonu, - etkin bir şekilde zayıflayan kurlar, tüketici ve varlık (konut ve hisse) fiyatlarında artan bir enflasyona yol açması- GSMH (ülke ekonomisin toplam geliri) deki büyümenin çok ötesine geçti..Global Finans krizi, borç genişlemesinin zirvesini işaretlemiş ve akabinde özel sektör ve hane halkının, borçlarını geri ödemek için gelirlerini yönlendirmesiyle, talep tarafında çok hızlı bir daralma görülmüştü. Borç daralması felaket gibidir ve yine, 1930 büyük buhranı gibi, ekonomilerin % 25'e varan oranda daralmasına yol açabilir…

(Borç daralması, borçları ödemek için daha az tüketim, daha az tüketim talep tarafında daralmaya yol açarak üretimin düşmesine, fabrikaların kapasite azaltmalarına veya kapanmasına yol açarak daha fazla işsizliğe, daha fazla işsizlik, daha fazla talep daralmasına …Krizin daha derinleşmesi demektir.)

Hükümetlerin, özel sektörün borçlarını geri ödemek için harcamalarını kısmasıyla daralan talebi genişletmek için (kendi kamu harcamalarını artırarak) bütçelerinde açık vererek, bu daralmaya cevap vermesi, kamu borçlarının hızla büyümesine yol açtı..Özel sektörün borçluluk daralmasının yol açtığı boşluk, kamunun artan harcamalarıyla zar zor dengelenebildi..Bu boşluk, kamu tarafından kapatılmasına karşın, çoğu batılı ülke büyük bir kamu borcu ve tahvil piyasalarında artan tansiyonla baş başa kaldı..

Merkez bankaları (Amerikan FED ve İngiliz BOE gibi) kendi kurallarını ihlal ederek, yarattıkları taze kaynak -bastıkları paralarla- hükümet tahvili almaya başladılar ve hükümetlere kaynak aktardılar..Merkez bankalarının varlık alımları, enflasyon üzerinde çok az etkisi oldu..Zira Merkez bankalarının parasal genişlemelerinin enflasyonist etkileri, özel sektör borç daralmasının deflasyonist (fiyatlar genel seviyesindeki düşüş) etkileri sayesinde dengelendi..Fakat borç daralmasının durdurulması, enflasyon cinini şişeden çıkarabilirdi.

2012'ye Bakış
Buradaki büyük trendlerin 2012'de büyük etkilerinin olacağına inanıyorum.  Kristal küreye sahip olduğum iddiasında değilim fakat yıl sonunda bu öngörüleri gözden geçirmek eğlenceli olabilir.

*Daha fazla borç Daralması (Tüketimin düşmesi)
Özel sektör borç daralması ve kamu üzerindeki borçlanma kısıtlamaları, deflasyonist kuvvetleri artıracaktır.

*Daha fazla Parasal genişleme
Fed ve BOE, Kamunun borçlanmasını desteklemek adına (kamuya kaynak aktarmak için) muhtemelen bilançolarını genişleteceklerdir. Fakat ECB (Avrupa Merkez Bankası) nın, üye ülkelerin örneğin Almanya gibi ülkelerin, banka üzerinde kısıtlayıcı istekleri nedeniyle genişleme yoluyla vereceği yanıt sınırlı olacaktır.

*Düşük enflasyon
Deflasyonist kuvvetler, Merkez bankalarının parasal genişlemeleriyle yol açtıkları enflasyonist etkilere baskın çıkacaktır.

*Düşük global büyüme
Borç daralması ve Avrupa bankacılık krizi, düşük büyümeye yol açacaktır.

*Avrupa bankacılık krizi, daha fazla bankanın kurtarılmasını gerektirecektir...
Bu durum, kamu borç seviyesinde daha fazla strese yol açacak, ECB üzerinde, daha fazla aktif olması için, baskıya neden olacak

*Çin Ekonomisinde yavaşlama
Düşük maliyetli konut ve artan toplumsal huzursuzluğu yatıştırmaya odaklı, ikinci geniş teşvik paketi ekonomik aktivitedeki kayıpları telafi edecektir.Fakat ihracat pazarları yatay kalacak ve bankacılık sektörü, takipteki kredileri , geri dönmeyen kredileri nedeniyle sular altında kalacak..(Çin'de son zamanlarda konut fiyatlarında görülen hızlı düşüş ve bankalarda batık krediler nedeniyle Çin ekonomisinde riskler son aylarda artmıştı)

*Emtia fiyatlarındaki düşüş yavaşlayacak
Çin’in geniş teşvik paketleri emtia fiyatlarını destekleyecektir.

*Otokratik rejimlerde toplumsal huzursuzluk artacak
Arap Baharı çok daha geniş alanlara yayılma gösterecek

*Ham petrol Fiyatları, artan çatışmaların etkisiyle, yüksek kalmaya devam edecek
Yüksek petrol fiyatları, global büyümenin düşmesinde de etken olacaktır.

*Çin -Yuan değerlendikçe Amerika’nın cari açığı daralacak
ABD’nin Çin’e, daha fazla ABD hazine tahvillerine yatırım yapmasını engellemeye  yönelik artan baskısı, yuan’ın dolar karşısında değerlenmesine yol açacaktır.

*Dolar Euro karşısında güçlenmeye devam edecek
Avrupa (Eurozone) bankacılık krizi, doların güvenilir liman olma özelliğini korumasını sağlayacaktır.

*Parasal genişleme tekrar başladığında Altın’da boğa piyasası görülecektir.(Altın fiyatları artacak)
Fed tarafından Parasal genişleme tekrar başladığında, altın dolara karşı tekrar değerlenmeye başlayacak ..Altında tekrar boğa trendi - yükselme trendi başlayacaktır.


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*)  Çeviri yaparken buradaki iddia bana şaşırtıcı geldi. Doğru olup olmadığına emin olamadım. Bir araştırma yaptım ve gerçekten de iddia edildiği gibiymiş. Tarım sektörüyle ilgili bir sitede böyle bir kayıt buldum : ABD'de yapılan bir araştırma 48 eyaletin yüz ölçümünün % 60'nın hayvancılık için kullanıldığını gösteriyor..Bir sığır üretimi ile 250 kilo et sağlanır ve bunun için ortalama yılda 40 dönüm arazi gereklidir. Bunun 36'sı sığırın otlaması için, 4'ü otlağı, sulağı ve yetiştirilmesi içindir. Fakat bunun yerine 25 litre hacmindeki aynı değerde kalori veren mısır için yalnızca  ¼  dönüm toprak gereklidir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yazının orjinal metni için : http://www.marketoracle.co.uk/Article32509.html

9 Ocak 2012 Pazartesi

Türkiye- NATO İlişkilerine Dair- VI

V'den devam
Sonuç

Türkiye Cumhuriyeti, başlangıç noktasından günümüze, geçmiş 90 yıl göz önüne alındığında, son yüzyılın en başarılı örneklerinden biridir..

Zira genç cumhuriyet, yakılmış yıkılmış bir coğrafya üzerinde, yoklukla doğdu..Halkı fakirdi, sanayisi yoktu, yetişmiş insan gücü yoktu, altyapısı yoktu..

[(*)Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı ekonomik yapı tam bir faciaydı. Sanayi diye bir şey yoktu. Üretimin büyük bölümü tarıma, o da hava koşullarına bağlıydı. Kapitülasyonlar ve dış borçlar ülkeyi tam bir açmazda bırakmıştı. 1923 yılında milli gelir 570 milyon dolar, kişi başına düşen milli gelir yıllık 48 dolar, ihracat 51 milyon dolar, ithalat 87 milyon dolar, GSYH’da sanayinin payı % 11 idi. Bütün ülkede 13.000 adet telefon vardı. Doktor başına düşen hasta sayısı 13.000 dolayındaydı. Üniversite ve yüksek okullarda 3.000 dolayında öğrenci okuyordu. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndan GSYH’sının yüzde 65’i tutarında (yaklaşık olarak 370 milyon dolar ediyor) Düyun-u Umumiye borcunu devralmıştı.]

Hızlı bir kalkınma sürecine girmesine rağmen, diğer gelişmiş uluslarla endüstri konusunda ara çok açıktı..Yarışa çok geriden başlanmıştı.. İstihdam etmek için orta okul mezunu bile bulunamıyordu..Okuma-yazma oranı düşüktü..Diğer uluslar yüzyıl önce çelik üretmeye başlamışken genç cumhuriyet daha yeni temel atıyordu..

Yetişmiş insan gücüne gereksinim vardı..Üniversite açıyor, öğretim görevlisi bulamıyordu..Okul açıyor, öğrenci bulamıyordu..Anadolu'da tarım ilkel yöntemlerle sürdürülüyordu..Bu yüzden iş gücüne ihtiyaç vardı ve kimse çocuğunu okula göndermek derdinde değildi..

Ülke fakir olduğu için devlet bütçesi de küçüktü..Vergi gelirleri azdı..Yurt dışına öğrenci göndermek bile devlet bütçesinden hatırı sayılır bir pay alıyordu..

1950'lere gelindiğinde halkın hala yarıdan fazlası yalın ayak geziyordu..Açlık vardı..Halkını doyurmak için tarımda sanayileşmesi gerekiyordu ama Traktör almak için de dövize ihtiyaç vardı..Halkı yarı çıplaktı..Giydirmek için dokuma fabrikalarına ihtiyaç vardı..Bu fabrikalar için makinaya, makina için ithalata, ithalat içinde dövize ihtiyaç vardı..Yol yapmak istiyordu..Asfalta, çimentoya, iş makinasına ihtiyaç vardı..Sanayisi olmadığından ithal etmeliydi..İthal etmek için de parası yoktu..Demir yolu yapmak için çeliğe ihtiyacı vardı, bir çelik sanayisi yoktu..

Genç cumhuriyet, yurt dışından teknoloji ve yatırım malları ithal etmek istiyordu..Bu yüzden dövize ihtiyacı vardı..Fakat ihraç edebileceği, kuru üzümden ve fındıktan başka, çok da fazla bir şeyi yoktu..Sanayisi olmadığından zaten sanayi ihracatı yapması mümkün değildi..Diğer Orta Doğu ülkeleri gibi hazır döviz kaynağı, petrolü de  yoktu..

İşte böyle bir dönemde Sovyet tehditi ile yüzleşmek zorunda kaldı..Bu tehditi gögüsleyebilmek için güçlü bir orduya ihtiyaç vardı..Bu ordunun yeni silahlarla donatılması gerekiyordu..Ülkede endüstri alt yapısı olmadığından bu silahlar yurt içinden temin edilemezdi..Yurt dışından ithal etmek için yine dövize ihtiyaç vardı..

Üstelik tehdit unsuru olan ülke, kendisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde güçlüydü..Ülke bir taraftan varlığını bu tehdite karşı koruyabilmeli, bir taraftan da kalkınmalı, diğer uluslara yetişmeliydi..Tehdit, kendi çıkarlarına değil, direk kendi varlığına yönelik idi..Bu yüzden büyük savunma bütçesine ihtiyaç vardı..Daha büyük savunma bütçesi de Kalkınma için daha az kaynak ayırmak demekti.

Ekmek için gurbet yollarına düşen Türk vatandaşları, gittikleri ülkede en ağır koşullarda en kötü işlerde çalıştırılıyordu..Diplomatları gibi onlarında başı eğikti..Şanlı tarihleriyle şimdi düştükleri şartlar farklıydı..Gururluydular ama işte başkasına muhtaçtılar..Bu gurbetçi, fedakar Anadolu insanı, dişinden tırnağından  artırdıkları dövizleri ülkelerine gönderiyorlardı..Bu dişinden tırnağından artırıp gönderdikleri, hem yurt içinde aileleri, akrabaları için yeni bir kaynak oluyor hem ülkeleri için en fazla ihtiyaç duyulan o döviz geliri oluyordu..

O dönemde, Türk politikacılar üzerinde de çok büyük yük vardı..Hem kalkınmalıydılar, hem genç cumhuriyeti yaşatmalıydılar..

Türkiye'yi NATO ittifakına götüren süreç bu idi..Türk insanı ve genç Türk cumhuriyeti, hem kalkınma adına hem milli varlığını koruma adına  büyük fedakarlıklar yaptı, büyük bedeller ödedi..Devlet halkından kısıtlıyor, ordusu için kaynak yaratıyordu..Bu yüzden Türk halkı daha az tüketmek zorunda kalıyordu..

Sovyetlere karşı büyük bir ordu tutmak zorunda kalınmıştı..Bu ordunun sadece silah değil, askeri alt yapı yatırımlarına da ihtiyacı vardı..Hangarlar, hava alanları, depolar, sığınaklar vb inşa edilmeliydi...İşte bu ordunun teçhiz edilebilmesi, ihtiyaç duyduğu yatırımların yapılmış olması ve savaşa hazır durumda tutulabilmesi çok büyük oranda  NATO imkanlarıyla mümkün olabilmişti.

Üstelik NATO ittifakı, Sovyetler için Türkiye'yi kolay lokma olmaktan çıkarmıştı..Sovyetler , en azından Türkiye politikalarında NATO faktörünü de dikkate alıyorlardı..En azından karşı tarafta Türkiye yalnız değil algısı oluşturulabilmişti..

Türkiye'nin o yıllarda karşı karşıya olduğu tablo çok iç açıcı değildi..Türkiye'nin omuzlarındaki  yüke karşın Türkiye yeterince güçlü değildi..Karşı karşıya olduğu tehditle kendi başına yüzleşebilecek kadar güçlü değildi..Türkiye, bu tehditin büyüklüğüne göre zayıftı..Ve Türkiye'nin bu zayıflıklarını müttefikleri bile istismar ediyordu..Türkiye en haklı olduğu konularda bile müttefikleri tarafından Sovyetler karşısında yalnız bırakılmakla  tehdit ediliyordu..

Bugünki kuşaklar, geçmiş hükümetleri, dış politikada pısırık olmakla, Türkiye'nin çıkarlarını koruyamamakla, NATO'ya ve Batı'ya fazla boyun eğmekle suçluyorlar..Elbette Türkiye, daha iyi politikalar üretebilirdi. Daha dik başlı durabilirdi..Fakat bu dik duruş da biraz imkan meselesidir..

Daha büyük politikalar gütmek, büyük stratejileri hayata geçirmek bazen imkan meselesidir..1960'larda Türkiye, Kıbrıs'da soydaşlarını korumak için yola çıkıyordu ama bu çıkarmayı, çıkarma gemileriyle değil Araba Vapurlarıyla yapmayı düşünüyordu..Askeri açıdan bu bi yerde çok büyük risk, belki intihardı ama ülkenin çıkarma gemisi yoktu..

Türk politikacılar, devlet adamları, diplomatları ülkenin selametini ve varlığını tehlikeye düşürmemek için bir çok şeyi görmezden geliyorlardı.. Güçlü bir ülkenin diplomatları olsaydılar, onlarda şahinleşebilirlerdi ama fakir Türkiye'nin diplomatlarıydılar..Ülkeleri başkasının yardımına muhtaçtı..Başkasının desteğiyle ayakta dururken, onlara kafa tutmaları anlamsız olurdu..

Bugünki hükümetlere, 70 milyon nüfus, yetişmiş insan gücü, güçlü ve iyi teçhiz edilmiş bir ordu, kendi ihtiyacını hemen hemen karşılayabilecek bir sanayi, ihracat içinde % 87 oranında sanayi mamülü üretebilecekleri bir endüstri, yine bir çok şehire, kasabaya ulaşım,içme suyu, elektirik sağlanmış, temel alt yapısı belli ölçüde oluşmuş, dışarda komşularından Rusya hariç hepsinden daha zengin ve daha güçlü bir ülke ve hepsinden daha önemlisi, hemen yanı başında kendi varlığını tamamen ortadan kaldırabilecek büyük bir tehdit unsuru olmayan bir ülke teslim ediliyor..

1940'ların, 1950'lerin, 1960'ların hükümetlerine böyle bir ülke teslim edilmiyordu..Ülke, kısıtlı imkanlarla, var olma mücadelesi  veriyordu..Türkiye'nin o yıllarda çabası, çıkarlarını koruma mücadelesi değildi.. Var olma mücadelesiydi..

Bu yüzden, fakir Türkiye'nin o dönem hükümetlerine ''neden şahin değildiler, neden diplomatların başları eğikti'' demek ve amansız eleştiriye tabi tutmak haksızlık olur..Başkasının teknolojisiyle, silahıyla ayakta duran bir ülkenin, kendisine bu bağışları yapanlara kafa tutması düşünülemezdi..Fazla da dikleşemezdi..

Türkiye için NATO, varlığını Sovyet istilasına karşı korumak için bir araçtı..Türkiye, bu ittifakın masasına  diğer ülkelerle aynı koşullarda oturmadı..Bu yüzden çoğu kez haksızlığa uğrasa da sustu..Kaderine boyun eğdi..Bir zamanların, geçmiş yüzyılların bu şanlı ülkesi, bu haksızlığı görüyordu ama zaman, genç kuşaklar için sabretme  zamanıydı...

Türk devlet adamları, diplomatları çoğunlukla sakin kaldılar..Macera aramadılar..Ülkeleri kısıtlı kaynaklarıyla, alt yapı, sanayi yatırımları yapmıştı. Genç kuşakların her geçen gün sayısı artıyordu..İşte bu Cumhuriyeti mümkün mertebe bölgesel çatışmalardan, büyük savaşlardan uzak tutmayı başararak bu yatırımların yakılıp yıkılmasını önlediler..Genç kuşakları cepheden cepheye koşturtarak kırdırtmadılar..

Çocukları oyuncaksız bıraktılar ama babasız bırakmadılar..

Zaten amaçları genç cumhuriyeti yaşatmak ve kalkındırmak idi..Bugün bakıldığında bu strateji hemen hemen başarılmıştır.Her ne pahasına olursa olsun işte genç cumhuriyet yaşıyordu..Üstelik kalkınma adına ciddi yol katetmişti..12 milyon nüfustan 70 milyona çıkılmıştı..Etrafında hazıra konan ülkeleri bile geçmişti..1970'lerde komşusu İran, ekonomi ve askeri güç olarak kendisinin iki katıydı..Bugün Türkiye, hem  ekonomisi hem askeri gücü bakımından İran'dan fersah fersah ilerdedir..Bir zamanlar, toplam GSMH olarak, kendisinden daha zengin olan Suudi Arabistan'ı geçmişti..Artık ihracatının % 87'si sanayi mamülüydü...Endüstrileşmede ve kalkınmada Doğu Avrupa'yı geçmişti..Dünyanın bir çok ülkesinden şimdi daha iyi durumdadır..İşte cumhuriyet, kendi ordusunu kendi teknolojisiyle, kendi silahları ve ağır teçhizatlarıyla teçhiz etmek için, geçmiş kuşakların alın teri ve fedakarlığıyla kurduğu alt yapı ile,  kendi tankını, uydusunu, gemisini yapma yolunda ilerliyordu...

[(*)Türkiye Cumhuriyeti, ilk dönemde büyük atılımlar yaptı, milli gelirini hızla büyüttü, sanayisini, ihracatını geliştirdi, bütün fakirliğine karşın sırtına yüklenen Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödedi ve bugünlere geldi. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin GSYH’sı 780 milyar dolar dolayındadır. Kişi başına yıllık geliri 10.000 doları, ihracatı 140 milyar doları, ithalatı 230 milyar doları aşmıştır. GSYH’da sanayinin payı başlangıçtakinin üç katına yaklaşmıştır. Ülkede cep telefonu abonesi sayısı 66 milyonu bulmuş, doktor başına düşen hasta sayısı 650’ye inmiş, üniversite ve yüksek okullarda okuyan öğrenci sayısı 2 milyonun üzerine çıkmıştır. Türkiye, 88 yılda kişi başına gelirini 200 kattan fazla artırmıştır.]

Genç Cumhuriyet, varlığını sürdürme ve endüstrileşme sınavını geçmişti..Üstelik bunları, kendi varlığı ağır Sovyet tehditi ile tehlikede iken ve  ihtiyaç duyduğu döviz kaynağından yoksun bir şekilde başarmıştı.....

Şimdi artık Türkiye, dışarda ve içerde, (macera aramadan ve gerçekten gerektiği zamanlarda) dik durabilir..Kendi çıkarları peşinde agresif koşabilir..Çünkü artık çıkarlarını korumak ve yeri geldiğinde dik durabilmek için yeterince imkanı var..

İroni olarak, ilk yıllarında kalifiye iş gücü, orta okul mezunu bile bulamayan genç Türkiye Cumhuriyeti'nde , şimdilerde, üniversite mezunları işsiz kalıyor...

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) http://www.mahfiegilmez.com/2012/02/cumhuriyet-ekonomisi.html

Türkiye- NATO İlişkilerine Dair- V

IV'den devam
Değerlendirme 

Sovyetlerin büyük bir güç olarak dünya arenasına çıkışı ile Türkiye'nin dış politika ve güvenlik politikaları tamamen değişmiştir..Artık Türkiye için çıkarlar değil ''varolma ve varlığını sürdürme'' eksenli politikalar güdülmüştür.

Bugünki Türkiye'nin sahip olduğu imkanlar ve dış koşullar göz önüne alındığında, Türkiye için gayet tabii ki Türkiye'nin çıkarlarını esas alan ve bu çıkarları korumak için eskiye nazaran daha agresif  bir politika yürütülmelidir..Fakat 1950'li yıllarda ise Türkiye, kendi çıkarlarından ziyade, kendi varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği endişesi üzerine politika üretmek zorundaydı..

Bu iki argüman arasındaki fark karşılaştırılamayacak kadar büyüktür..Çıkarlarınıza dayalı politikanızda başarısız olursanız, çıkarlarınızı koruyamaz veya yeni kazanımlar edinemezseniz, sonuçta bu ülkeniz için sadece bir kayıp olur..Belki bu kayıplar, kendi özelliğine göre ülkeniz için çok kritik ve çok büyük olabilir..Fakat bu kayıplar, ne kadar büyük olsa da, milli varlığınızı kaybetmek kadar büyük bir kayıp değildir..Ki bu kayıplarınızı, kaybettiğiniz çıkarlarınızı, yıllar sonra güçlenip  yeniden elde edebilirsiniz..

Fakat milli varlığınızı ve devletinizi kaybederseniz, bir daha bu imkanlara tarih boyunca kavuşayamabilirsiniz..Bu yolun geri dönüşü çok zordur..Nitekim Osmanlı İmparatorluğunun küllerinden doğan, yeni Türk devletini kurmak içinde çok büyük acılar çekilmişti.. Çok büyük fedekarlıklar yapmak  ve büyük bedeller ödemek gerekmişti..1950'lerde Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin tek bağımsız devletiydi..Türk'ün son kalesiydi..Diğer Türk ulusları bağımsızlığını kaybetmişti..Türk ulusu için, 4000 yıllık Türk tarihinin en karanlık yüzyılları 19. ve 20.yüzyıllardı.. Türk ulusu, bu yüz yıllarda, artık yeni kazanımlar değil, var olma mücadelesi veriyordu..
.
.
Türk -Rus ilişkilerinin son üç yüzyılına bakıldığında Rusya'nın, Anadolu'ya açılabilmek için defalarca teşebbüs ettiği görülmektedir..Bu durum, sadece Rusların emperyalist duygularına bağlanmamalı..Zira bu açılım, Rusya coğrafyasının Rus devletine dayattığı bir zorunluluktu..

1945 sonrası Türkiye ile Sovyetler arasındaki güç dengesi anormal düzeyde Türkiye'nin aleyhine idi..Türkiye'nin zayıf oluşu da Sovyetler'in Türkiye aleyhine daha cesur politikalar, amaçlar gütmesine imkan veriyordu..(*)

Sovyetler , sonuçta bir Rus devletiydi..Bu nedenle bu ülkenin stratejilerini geçmişten bağımsız ele almak doğru değildir..Tarihi Rus stratejisi ise, Akdeniz'e giden yolda,  Balkanlar, Anadolu, ve Kafkaslar üzerinde etkin olmak veya mutlak hakim olmak idi..

Bu alanlar aynı zamanda Türkiye'nin nüfuz alanlarıdır..Rusya'nın bu bölgelerde varlığına en büyük tehdit de çoğunlukla Türkiye olmuştur..Özellikle bu coğrafyalarda Türkiye'ye soyca, kültürce yakın kitlelerin varlığı Rusya için endişe kaynağı olmuştur..

Türkiye'nin zayıf durumda olması nedeniyle, Sovyetlerin, ilk fırsatta, tarihi stratejilerini hayata geçirme ve Akdeniz'e inme emellerini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği bilinemezdi..Fakat bir devlet ve bir  millette varlığını ihtimaller üzerine bina edemezdi..Sovyetler, Anadolu'yu istila etmeye karar verdiğinde, bu Türkiye'nin çıkarlarını kaybetme meselesi olmayacaktı..Bu düpedüz Türk devletinin ve Türk ulusunun kendi varlığını kaybetmesi demekti..

Türkiye'de bir  komünist rejim kurulsaydı neler olurdu ?

Türkiye, Rusya kadar bir endüstri alt yapısına ve askeri güce sahip olup, kendi rızasıyla rejim değişikliğine gitseydi bu farklı olurdu..Başarılı olup olamayacağı hakkında farklı fikirler ileri sürülebilirdi..Belki Türkiye Komünist dünyanın en başarılı örneği olurdu..(Komünizm'in kendi felsefesindeki derin çelişkiler nedeniyle başarılı olmasının zor olduğunu düşünürüm..İlk yıllarında başarılı olsa da bu başarı sürdürülemez..Kapitalizm'in kendi içinde barındırdığı çelişkiler nedeniyle sık sık krizlere düştüğü doğrudur..Fakat kapitalizm hala hayattadır..Ama Komünizm'in kendi içindeki çelişkileri, kapitalizme göre, o kadar daha büyüktür ki bu çelişkiler nedeniyle Komünizm kendi varlığını sürdüremedi..Bu çelişkilerin neler olduğu ayrı bir yazı konusu olsun)

Fakat zayıf Türkiye'nin Sovyetler baskısıyla rejim değişikliğine uğraması, Türkiye'nin zengin olup olmayacağı, vatandaşlarının daha refah içinde yaşayıp yaşamayacağı  meselesi olmayacaktı..Türkiye bu baskıyla rejim değişikliğine gitmişse, bu Sovyetler karşısında yalnız kaldığı, denge kuramadığı ve kendi karar verme yetisini kaybettiğini gösterirdi..Kendi iradesiyle kendi kaderine hükmedemeyecek hale düştüğünü ifade ederdi..Bu yüzden süreç, en iyi ihtimalle, Çekoslavakya'dan, Macaristan'dan, Polonya'dan, Doğu Almanya'dan, Romanya'dan farklı işlemeyecekti..Kaderi onlarla benzerlik gösterecekti..(Kötü ihtimal ise, Anadolu'nun Sovyetler tarafından istila edildiği takdirde ortaya çıkan tablonun daha hafif hali olacaktı..)

Komünizm, ilk olarak proletarya, ezilen işçi sınıfının hakları için yola çıkmıştı ama Komünist rejimlere karşı ilk ayaklanmalar da bu sınıflardan çıktı..Çekoslavakya'da Pilsen ayaklanması, Polonya'da Poznan ayaklanması fabrika işçilerinin sokağa çıkmasıyla başlamıştı..Sovyetler, bu ayaklanmaları da kimini direk, kimini kukla hükümetleri yoluyla şiddetle bastırmışlardı..

Ülkelerin, ''düşündüğümüz gibi olmadı, biz eski rejime dönmeye karar verdik'' deme  lüksü de yoktu..Bu yola girdikten sonra bu yoldan çıkış yoktu..Halkların mutluluğu için yola çıkan komünist rejim, kendi evlatlarını doğruyordu..1956 Macaristan, 1968 Çekoslavakya'da halk ayaklanmaları, Rus zırhlılarının paletlerinde bitmişti..Komünist blokun üye ülkelerinde kimi devlet yöneticilerinin de sonu, Sovyet hapishanelerinde idamla bitmişti..
''4 Kasım sabahından itibaren yüzlerce Sovyet tankı Budapeşte'ye amansız bir şekilde girmeye başladı. O kadar acımasız ve amansız davrandılar ki, bir gıda mağazasının önünde kuyruk yapmış olan ev kadınlarını bile makinalı tüfek ateşine tutmaktan çekinmediler. Sovyet tanklarının bu kanlı baskını üzerine onbinlerce Macar, kadın ve erkek, genç ve ihtiyar, ülkelerinden kaçmak için değil, komünizmden kaçmak için yollara döküldüler.Macar milli ayaklanması çok kanlı bir biçimde bitmişti. Yakın tarihin kanlı bir  yüz karası kapanmakta idi.''
.
.
Türkiye Sovyetler tarafından İstila edilseydi  neler olurdu ?

Türkiye, Sovyetler tarafından istila edilseydi, Ruslar sadece bir rejim değişikliğiyle yetinmeyeceklerdi..Tarihi Rus stratejisinin en önemli engellerinden birini teşkil eden Anadolu coğrafyasını yeniden düzenleme yoluna giderlerdi..

Anadolu, sahip olduğu konum itibariyle güçlü milletlere yar, zayıflara mezar olmuş bir yerdir..Anadolu toprağı kazılsa altından yüzlerce medeniyet çıkacaktır..Fakat Anadolu'da güçlenenler ise dünya sahnesinde de çok güçlü hale gelmiştir..Anadolu, Karadeniz'in, Balkanların, Ortadoğu'nun hakim coğrafyasıdır..Diğer yandan Kafkaslar'a, Doğu Asya'ya, Doğu Avrupa'ya, Kuzey Afrika'ya  sıçrama merkezidir..

Bu nedenle Ruslar, Anadolu'yu öyle düzenlemek isteyeceklerdi ki, Anadolu'dan yeniden güçlü bir ulusun çıkıp kendilerine engel olmasına fırsat kalmasın..Üstelik her daim bu Anadolu'yu kendi çıkarları içinde kullanabilsinler..Bu yüzden  Doğu Avrupa ile Türkiye'nin kaderi bir olmazdı..Türkiye'de Rus etnisitenin varlığına kadar giden bir süreç yaşanırdı..Diğer işgal ettiği coğrafyalarda, geçmişte yaptıkları dikkate alınırsa bu konuda bir fikre varılabilir..

Türk ordusu'nu kendi kontrollerinde tasfiye ederlerdi..Kendilerinin kullanabileceği bir güç seviyesine indirgeyeceklerdi..Ülke içinde, Sovyet askeri varlığı için, kilit noktalarda büyük askeri üsler inşa edilirdi..Akdeniz'de, Ege'de, Marmara'da, Karadeniz'de kendileri için çok büyük deniz üsleri inşa ederlerdi. Genç cumhuriyeti, üniter ve milli devlet olma vasfından çıkarmak isterlerdi..Anadolu'da parçalanmış bir etnisite ve federatif bir yapıya geçmeye zorlarlardı..Anayasını yeni yapıya göre değiştirirlerdi..Boğazlar'ın kontrolü için kendilerine yasal dayanak isterlerdi ve bu hakla Boğazlar'da Rus hakimiyeti başlardı..1917'de Anadolu'da boşalttıkları yerleri tekrar geri isterlerdi..Doğu Anadolu'da Ermenistan'a, Doğu Karadeniz'de  Gürcistan'a pay çıkarırlardı.Ve bu coğrafyaları SSCB'ye dahil ederlerdi. Güney Doğu'da bir Kürdistan kurarlardı..Anadolu'nun demografik yapısını değiştirmek için çabalarlardı..Dış göçlerin ve kitleler halinde sürgünlerin önünü açarlardı..Anadolu'da Ermeni geri dönüşleriyle Ermeni nüfus artırılırdı.. Yine Anadolu'da Rus nüfus iskan edilmeye başlardı..Diğer işgal ettiği coğrafyalarda sonradan nasıl Rus etnisitesi, varlığı ortaya çıktıysa aynı yolla Anadolu'da Rus varlığı görülmeye başlardı..Belki Batı Anadolu'da ve Trakya'da farklı oluşumların yolunu açarak Anadolu'da parçalanmış , farklı etnisiteler yaratırlardı..Orta Asya Türkleri  için nasıl yeni kimlikler yaratıldı, nasıl birbirlerinden ayrıştırılıp bölündülerse, Azerbaycan Türkleri için , nasıl ''Azeri'' kelimesi  icat edildiyse, aynı yolla Anadolu'da yeni etnisiteler, yeni kimlikler yaratılırdı..

(Devam edecek)
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Sovyet'lerin o dönemde Türkiye'den neler talep ettiği, tehditleri ve verdiği notalar için :
Türkiye Üzerindeki Sovyet Talepleri ve Türk-Sovyet İlişkileri (1939-1947)
http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt3/sayi11pdf/ertem_baris.pdf

Türkiye- NATO İlişkilerine Dair- IV

III'den devam
Diğer taraftan Mao'nun 1949'da Milliyetçi Çin - Çan KayŞek kuvvetlerini yenerek kıta Çin'ine hakim olması ile komünist rejim artık Asya kıtasında hakim duruma ulaştı..(İlave not: Kıta Çin'inde yenilen Çan KayŞek kuvvetleri daha sonra eski adı Formoza şimdiki adı Tayvan olan adaya çekildi ve Çin-Tayvan ihtilafıda böyle başlamış oldu.) Komünizm'in Asya'ya hakim olması, SSCB için bir kazanımdı ama  komünist bloka Çin'in dahil olması, SSCB'ye her zaman için doğal bir müttefik kazandırmış olmadı.. Güçlü bir Çin, SSCB için siyasi arenada bir rakipti..Komünizm tüm uluslar içindi ve ortak değerdi..İnsanlık kardeşti ama coğrafyaların, ekonomik kaynakların, milletlerin zorladığı Stratejiler, rejimlerin bile önüne geçiyordu..İki ülke Komünist dünyanın liderliği için çekişiyordu.

SSCB- Çin ilişkileri, bu yüzden çoğu zaman inişli çıkışlı olsada ve  bazı alanlarda çıkar çatışmasına düşseler de yine de ikisini birleştiren bir ortak değerleri vardı..Komünizm..Üstelik ortak değerleri olan yeni rejimleri batının ortak düşmanıydı....

Batılı ülkelerin yüzyıllardır devam eden emperyalist eylemleri ve diğer ulusları sömürmeye dayanan politikaları nedeniyle Batılı ülkelere ve kapitalist sisteme doğal olarak bir çok ulusda hoşnusuzluk vardı..Batıyı sevmiyorlardı..Üstelik fakirdiler ve kalkınamıyorlardı...

Zenginleşebilmek için rejim değişikliği bir umuttu..Sonuçta komünist rejim, kapitalist rejim gibi sadece sermayedarlar için değil, tüm insanlara refah vaad ediyordu..Ekmek paylaşılacaktı..

Bu yüzden Komünist rejim, fakir Asya Kıtasına giderek hakim olmaya başlamıştı..Uzak Doğu Asya'da Vietnam, Kore vb hedefteydi..Uzak Doğu'da, bir çok ülkede rejim kavgası yaşanıyordu..Bu kavgalar bir çoğunda  iç savaşa dönüşmüştü..

 Doğu Avrupa'dan Uzak Doğu Asya'ya kadar, komünizm'in bir çok ülkenin kaderine hakim olmaya başlaması, kapitalist devletler ve batı ittifakı için hem kendi güvenlikleri için endişe kaynağıydı hem de oyun alanları daralmıştı..Kendi hammadde kaynakları ve pazarları düşüyordu..

Türkiye'nin  Kore savaşına katılımı ve NATO üyeliği

II. Dünya savaşı öncesinde Emperyalist devletler tarafından işgal edilmiş kimi coğrafyalar, Emperyalist devletlerin kendi aralarında yeni savaşlara yol açıyordu..Fakir ülkeler için değişen bir şey yoktu..Sorun hangi emperyalist tarafından sömürülecekleriydi..O yüzden bu savaşlara onlar taraf değildi.. Emperyalist ülkeler arasında sömürgeler el değiştiriyordu..Yeni nüfuz alanları oluşmuştu..

1905 Japon-Rus savaşından sonra Kore, Japonya'nın olmuştu.. II.Dünya savaşında Japonya'nın yenilmesi ile Kore, SSCB ve Amerika arasındaki çekişme yüzünden  iki parçalı bir yapıya dönüştü..Kore, fiili olarak bölünmüştü..Bir tarafta Amerika güdümünde bir hükümet , diğer tarafta SSCB güdümünde bir hükümet vardı..

Kuzey Kore'nin Güneyi ele geçirme çabası Kore yarım adasında büyük bir savaşa yol açtı..Görünürde bu savaş sadece Korelilerin savaşı gibiydiyse de  Kapitalist rejimin başını çektiği Amerika, diğer yandan Komünist rejimi temsilen Çin ve SSCB'nin taraf olduğu bir savaştı. Daha sonra Çin askerlerinin  görünürde savaşa katılan ''gönüllüler'' olarak sınırı geçip K.Kore saflarında savaşa tutuşması ile savaş, aktif olarak da bir ABD-Çin savaşına dönüştü..

ABD'nin BM'yi devreye sokarak süreçte etkin olması neticesinde BM, Kore'ye barış gücü göndermeye karar verdi..

Türkiye'nin Kore macerasıda böyle başladı..Türkiye 5000 kişilik bir askeri güçle savaşa katıldı..
Türkiye, bu kadar ciddi bir katılımla bu savaşa taraf olması ile batıya karşı komünizm'in ortak düşmanları olduğu mesajını vermek istiyordu..Kore'de ödenen büyük bedel karşılığında Türkiye, komünizm'le mücadeleyi ne kadar önemsediğini ve büyük bedel ödemeyi göze aldığını göstermişti..

Komünizm'in giderek tüm dünyaya yayılması başta ABD olmak üzere batı ülkelerinde derin endişelere yol açtı..Komünist rejimlerin yayılması önlenmeliydi..Komünist ülkelere sınırı olupta henüz komunist rejime geçmemiş tampon ülkeler mutlaka korunmalıydı..Türkiye'nin de komünizme yenik düşmesi halinde Tüm Orta Doğu, Kuzey Afrika ve  Balkan coğrafyası Batı ekseninden çıkmış olacaktı..Akdeniz artık SSCB'nin kontrolüne geçebilirdi..

Ve Türkiye için NATO ittifakı yolu açılmıştı..Türkiye'nin NATO ittifakına kimi  Avrupa ülkeleri karşı çıkıyor, kimi kararsız kalıyordu.. ABD'nin Avrupa ülkeleri üzerindeki ağırlığını hissettirmesi ile Türkiye NATO üyesi oldu...
.
.
Türkiye-Sovyetler Bozulan Güç Dengesinin Yeniden Tesisi
Türkiye, NATO üyesi olarak Rusya karşısında kendi aleyhine bozulmuş olan askeri dengeyi yeniden tesis etme olanağı buldu..Bu dengeyi Türkiye, hem ordusunu güçlendirme yoluyla  hem de  bir ittifak içerisinde yer alarak SSCB karşısında tek başına kalmayarak çözmüş oldu..

 Türkiye'nin bir endüstri altyapısı yoktu. Bu nedenle ne kadar istese de modern bir savunma sanayi kuramazdı..Halbuki savaşlar artık son derece gelişmiş ağır teçhizatlar ve teknolojik üstünlüğü olan silahlarla yapılıyordu..Türkiye kendi üretemeyeceği bu teçhizatı mecburen ithal etmeliydi..

Türkiye ham madde kaynakları bol bir ülke değildi..O yüzden ham madde ihraç edip kazanabileceği döviz geliri son derece düşüktür..Endüstri ülkesi de değildi ve bu nedenle sanayi ürünü satarak da döviz elde edemezdi..

Ki var olan ihracat geliri ile ülkenin kalkınması için yatırım malları alınmalı ve fabrikalarda kurmalıydı , endüstri alt yapısı oluşturulmalıydı..Çünkü sanayi ülkesi olmadığı için zaten yatırım malı üretemezdi..Sanayi malı üretmek için  de yatırım mallarına ihtiyaç vardı..Ülkenin kalkınabilmesi içinde hem iç tasarrufa hem dış sermayeye  ve dövize ihtiyaç vardı..

Diğer gelişmekte olan ülkelerin bu açmazı kadar, onlardan farklı olarak bir de Türkiye ekonomisi üzerinde büyük bir savunma yükü vardı..Üstelik dışardan ciddi ölçüde Teçhizat almalı ve askeri alt yapı yatırımları yapmalıydı..Sayıca  büyük ve  modern silahlarla teçhiz edilmiş güçlü bir ordusu olmalıydı...

Halbuki daha 1980'lerde bile Türkiye'nin tüm ihracatı , sadece petrol ithalatını bile karşılamaya yetmiyordu..

İşte Türkiye bu açmazlarının bir kısmını, özellikle techizat ve askeri alt yapı yatırımlarını, NATO şemsiyesine girerek çözebildi..  Bir kısmını yurt dışına gönderdiği işçi dövizleriyle çözdü..Bir kısmını dışarıdan gelen hibelerle bir kısmını yurt dışından aldığı borçlarla çözdü..Hem savunma yükünü taşıyabildi hem kalkınma için gereken sermayeyi temin edebildi..Tabii ki en büyük sorunlarını, Türk insanının kendi alın teriyle çözdü..
''Türkiye’nin 1953’ten bu yana NATO Altyapı Programı’na katkısı 340 milyon dolar iken, aynı süreçte Türkiye’de NATO altyapı yatırımlarının miktarı 5,2 milyar dolardır. Diğer yandan ABD bu fonun %25’ini; Almanya ise %20’sini karşılamaktadır. Almanya’dan sonra fondan en büyük payı alan ülkenin, fona %1 katkısı bulunan Türkiye olduğu hesaba katılırsa, ortaya çıkan tablo anlamlıdır.''(1)
Soğuk savaş yıllarında Türkiye, Doğu Avrupa ile beraber Nato'nun en önemli cephelerinden birini teşkil ediyordu..Doğal olarak da bu yardımları yapan ittifak özellikle ABD, Türkiye'nin iç işlerine de karışır durumdaydı..

Türkiye, NATO'nun çoğunlukla en sadık üyesiydi..Bazen çıkarlarıyla örtüşmesede buna mecburdu..Çünkü üzerinde Sovyet tehdidi vardı..Ve bu tehdit bazen de Türkiye'nin aleyhine kullanılıyordu..Çünkü Batı ve ABD, Türkiye'nin kendi imkanlarıyla Sovyet tehditini göğüsleyemeyeceğini biliyorlardı..

Nitekim buna en iyi örnek, Johnson Mektubu hadisesidir..Türkiye-Kıbrıs hattında yaşanan gelişmelerde Amerika kendisine danışılmasını istiyordu..Ve Türkiye, Kıbrıs politikasında ABD'yi gözardı etmesi halinde, Sovyetlere karşı yalnız bırakılacağı ile tehdit ediliyordu.. Bu hadise, Türk dış politikasında derin etkiler bırakmıştır..Çünkü Sovyetlere karşı, çok güvendikleri ittifak, kendisini Sovyetlere karşı yalnız bırakmakla tehdit ediyordu..

Johnson Mektubu, Amerika Birleşik Devletleri başkanı Lyndon B. Johnson tarafından Türkiye başbakanı İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde gönderilen, çok sert ve kaba bir üslupla yazılmış, küçük düşürücü ifadelere yer veren bir mektuptu..
''Mektupta, Türkiye'nin adaya tek taraflı müdahalesinin Türk ve Yunan tarafları arasında savaşa yol açabileceği ve NATO üyesi olan bu iki ülkenin savaşmasının kabul edilemez olduğu ifade edilmiştir. Türkiye'nin müdahale kararı almadan önce müttefiklerine danışması gerektiği anımsatılmıştır. Ayrıca bu savaşın Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye müdahale ihtimalini doğuracağı ve NATO'nun böyle bir durumda Türkiye'yi savunma konusunda isteksiz olacağı ima edilmiştir. ABD'nin Türkiye’ye sağladığı askeri malzemenin bu müdahalede kullanılmasına izin verilmeyeceği belirtilmiştir. Mektubun ardından Türkiye müdahale kararından vazgeçmiştir. İsmet İnönü 21 Haziran 1964’te ABD’ye giderek başkan Johnson ile bir görüşmede bulunmuştur.''
Türkiye artık Amerika'ya da güvenemeyeceğini öğrenmişti..Bu nedenle Sovyetlere yakınlaşma politikası da güdülmüş ve bunun neticesinde de Türkiye de Sovyetler eliyle petro-kimya ve çelik sanayi kurulmuştur..
''ABD’nin sert tavrının nedenlerinden biri de o yıllarda Türkiye'nin stratejik öneminde görülen nispi azalmadır. ABD'nin 1960 yılında nükleer başlık taşıyabilen stratejik denizaltıları kullanmaya başlaması ile Türkiye’deki üslere olan ihtiyaç azalmıştır. Nitekim, ilerleyen süreçte Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’deki varlığı artmaya başlayınca hem Türkiye'nin hem de Doğu Akdeniz’in güvenliği açısından Kıbrıs’ın önemi artmıştır. Bu nedenle ABD, Kıbrıs sorununda Türkiye’ye karşı daha yumuşak bir tavır tercih etmeye başlamıştır.''
1990'lara gelindiğinde Türkiye'nin temel mallar üretebilen ve bunun yanında işlenmiş sanayi ürünleri de üretebilen bir endüstrisi ortaya çıkmış bulunuyordu..Sovyetlerin dağılması ile Türkiye'nin üzerindeki büyük tehdit de ortadan kalkmış oldu..1990'lar sonrası Türk-NATO ilişkileri ayrı değerlendirilmelidir..Çünkü Türkiye'yi, NATO ittifakına zorlayan ana unsurun kendisi ortadan kalkmıştı..Artık Türkiye NATO ile ilişkilerini kendi sececeği zeminde ve kendi belirleyeceği şartlarda ve kendi çıkarlarına uygun olarak şekillendirebilir..1990'lar sonrası Türk-NATO ilişkileri ayrı bir yazı konusudur..

(Devam edecek)
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=13&makaleid=3537
http://www.rehberim.net/forum/diger-ders-odevler-420/82276-1980-sonrasi-turkiye.html
http://www.scribd.com/doc/20649269/FAH%C4%B0R-ARMAO%C4%9ELU-20-yuzy%C4%B1l-siyasi-tarihi
Eski gazete manşetleri ve fotoğraf için :http://www.dunyabulteni.net/?aType=tarih&kategoriID=178

Niçin mi fikir değiştiriyorum? Çünkü ben fikirlerimin sahibiyim; Kölesi değil! Fikirlere karşı hiçbir taahhüdüm yoktur; ister korur, ister değiştiririm. Cenap Şahabettin

Ne kadar az bilirseniz; o kadar şiddetle müdafaa edersiniz. Bertrand Russell


Yarın yeni şeyler öğreneceğim..Ve bu nedenle bugünkü fikirlerim yarın değişebilir. Ben sadece verdiğim sözlerin tutsağıyım, düşüncelerimin ve fikirlerimin değil! Y.A

Konuşup anlaşamayacağım hiç kimse yoktur; anlaşamıyorsak konuşamadığımız içindir. Y.A

Sayfa Görünümü

Buradaki yazılar, tamamen kendi düşüncelerimi ve fikirlerimi içerir. Burada sunulan bilgilerin, kullanılan verilerin doğru ve güvenilir olması için gereken özeni göstermiş olsam da size doğruluğunu ve kesinliğini garanti edemem. Yazılarım, herhangi bir kişi veya zümreyi hedef almaz. Hiçbir kurum veya kuruluş ile bağlantılı değildir. Bu blog, kişisel bir blog olup yazıların yayım hakkı Yusuf Aygün'e aittir. Kaynak göstermek ve link vermek şartıyla yazılarımı kullanabilir, alıntı yapabilirsiniz... Her yazı, bir emeğin ürünüdür. Emeğe saygı göstermenizden dolayı teşekkür ederim.