• Kısa ve orta dönem yerine uzun döneme
  • Parçalar yerine bütüne
  • Olaylar yerine yapı ve sistemlere
  • Sonuçlar kadar sebeplere
  • Tek boyutlu düşünceden çok boyutlu düşünceye

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Dünyayı Türkiye'den ibaret sanmak...

Son zamanlarda Afrika ve Uzakdoğu Asya, çok daha fazla ilgimi çekmeye başladı.  Çocukluğumdan beri farklı medeniyetlere, kültürlere, ülkelere meraklı olsam da, bu ülkeleri biraz daha detaylı araştırınca, aslında bu ülkeler hakkında çok fazla şey bilmediğimi ve bu ülkelerin, medeniyetlerin bizlere haber bültenlerinden çok daha fazlasını ifade etmesi gerektiğini farkettim. Çünkü biz, Afrikayı haber bültenlerinde sadece yabani hayvan belgeselleri, iç savaşları ve fakirliğiyle, Uzakdoğu Asya'yı da sel , doğal afetler vb felaket haberleri kadar biliyor ve doğal olarak birçok ülkeyi yanlış veya eksik tanıyoruz. Dikkatimi çeken bir diğer husus, eğitim sistemimizin dünyaya bakışı...Eğitim sistemimiz, o kadar kendimize ve yakın çevremize odaklı ki, tüm dünyayı Türkiye'nin ekseni etrafında dönüyor sanıyoruz.

1500'lerden sonra Avrupalıların dünyaya açılmaları ve dünyayı kolonileştirmeleri neticesinde dünyanın heryerinde herhangi bir Avrupa ülkesinin izini görmek mümkün. Öte taraftan bu ülkeler dünyaya açıldıklarından dünya ile ilgili gelişmelerden bize göre çok daha haberdarlar... AB, siyasi bir güç olarak dünya düzeninde eskisi kadar etkin olmasa da geçmişten gelen birikimleri neticesinde, ekonomik girişimleri hala her kıtada faal..Diğer kültürler de onları tanıyıp bildiğinden Avrupa ülkelerinin başka ülkelerle ticari bağ kurması bize göre daha kolay...

Mesela, geçen ayın sonunda  Moğolistan'da seçimler yapıldı. 3 milyonluk ülkedeki seçim bizi hiç ilgilendirmezken Avrupa haber kanallarında bu seçimlere ciddi önem atfedildi. Myanmar veya Burma diye bizim sadece adını bildiğimiz ülkede, bir kadın siyasetçi, Aung San Suu Kyi, seçimi kazanarak  ülkenin yönetimini devraldı ve bu durum yine bizde önemsenmezken, o kadın siyasetçi AB ülkelerini ziyaret etti ve AB ülkelerinde ciddi rağbet gördü ve ana haber bültenlerinde sıkça yer aldı. Mali'de isyancı  Ensaruddin grubunun, ele geçirdiği Timbuktu'da çeşitli tarihi eserlere yönelik saldırıları, yine bu ülke kanallarında haber olurken, bizi yine hiç ilgilendirmedi. (Bu haberler neden önemli, sonra değineceğim)

Bütün bunları geçtim, yanı başımızda Suriye'ye bu kadar haber bültenlerinde yer ayrılırken ve bu ülke bizim için bu kadar önemliyken, açıkcası bizde doğru dürüst - birkaçı istisna- Suriye uzmanı yok...İran'ı iyi tanıyan fazla uzmanımız yok...Hatta Arap coğrafyasındaki 25 elçiliğimizde kariyer memuru olarak yaklaşık 135 kişi çalışıyor ve bu elçiliklerde sadece 6 diplomat Arapça biliyor(*)... Ve bu halimizle bu ülkelerin dinamiklerini bilip politika üreteceğiz!...Koca Afrika kıtasında üç yıl öncesine göre sadece 12 elçiliğimiz vardı...Yani dış dünyadan bu kadar uzağız. Zaten Afrika veya çok uzak başka bir ülke hakkında internette araştırma yapsanız, bulabileceğiniz Türkçe kaynak, bir iki gazete haberi, birkaç gezi notu...O kadar..

Halbuki biz kalkınmak ve hatta dünya devleti olmak için yola koyulmuşuz.. Yola koyulmuşuz ama bu çoğunlukla lafta... Kalkınmak için dış ticaretimizi geliştirmek zorundayız. Büyüyen sanayimize pazar, sanayimiz için hammadde temin etmek zorundayız ve üstelik Türkiye hammadde kaynağı bol bir ülke değil... Yani biz,  dışarıya bağımlıyız, dolaysıyla dünyayı doğru tanımak ve dünya ülkeleriyle daha fazla ilişki kurmak mecburiyetindeyiz. Dış ticareti büyütmek içinse dünyaya açılmak, başka kültürleri ve toplumları tanımak gerekir. Belki de biz, dünyayı yeterince tanımadığımızdan boş yere bu kadar cari açık veriyoruz...Türkiye'nin sanayi kapasitesi ve üretim kalitesi düşük değil ama pazar bulmakta zorlanıyoruz, biryerlerde bizim ürünümüze ihtiyaç duyan biri var ve biz ona, onun dilini, kültürünü bilmediğimizden belki de onun varlığından haberdar olmadığımızdan ulaşamıyoruz.. Belki de ithal ettiğimiz bazı mineralleri, üretildiği ülkeyi tanımadığımızdan, bağlantı kuramadığımızdan, aracı ülkeler veya komisyonculardan alıyor, gereğinden fazla ödeme yapıyoruzdur... O çok uzak durduğumuz ülkelerin bazıları ise ihtiyaç duyduğumuz zengin kaynaklara sahip.

Kendi bölgemizde bir iki atraksiyon yaparak, hemen dünya devleti olacağımızı sanmamızda dış dünyayı yeterince bilmememizden kaynaklanıyor. Bölgesel güç ile dünya devleti tanımı arasındaki farkı bilemeyecek kadar...

Hiç düşündünüz mü? Belgesellerde izlediğiniz Afrika, bu kadar ormanlık arazilere, nehirlere ve yer altı kaynaklarına sahipken niye fakirlik çekiyor? Hiç merak ettiniz mi, mesela 80 milyonluk Kongo'nun ( iki tane Kongo var, biri büyük, biri küçük) tarihi nedir, neye inanırlar, coğrafyalarında ne var, Belçika ile nasıl bir ilgileri var, yer altı kaynakları, madenleri nelerdir? ....Cevap, tabiki hayır olacaktır,  merak etmeyiz! Biz, bizden başkasını merak etmeyiz ki, başkasına da vakit ayıralım...

Böyle olunca da ticaretimiz geliştirmek, yatırım fırsatlarını değerlendirmek, hammadde temin etmek ve işlediğimiz ürüne pazar bulmak oldukça zor olacaktır.

Yurt içi gündemimiz, çoğunlukla politikacıların ağız dalaşı, terör  ve komşularımızdaki sorunlardan ibarettir. Eğitim sistemimizde de Avrupa birliği ülkeleri ve komşularımız haricinde diğer kültürlere, uzak coğrafyalara, medeniyetlere yer verilmez, verilmediğinden farkındalığımız olmaz ve merak etmeyiz...

Durum bu olunca da  zannediyoruz ki, birçok ülke sabah akşam, yemiyor içmiyor Türkiye'yi düşünüyor, ona kumpas kuruyor ve sanki herkes işini gücünü bırakıp bize karşı daha iyi nasıl komplo kurarızın peşinde...Durumu böyle algılayınca ülkelere bakışımız da, görüşlerimiz de, eylemlerimiz de tutarlı olmuyor...Mesela bizdeki Amerika karşıtlarının neden ABD karşıtı oldukları bile çoğunlukla meçhul...Yurtiçinde siyasi rakiplerine ABD destek veriyor, belki o yüzden..Kendilerine destek verse dost olacaklar..Birçoğu, sorsanız size anti-emperyalist olduklarından ABD karşıtı olduğunu söyleyecektir ama gerçekte anti-emperyalist görüşte olduklarından değil..Öyle olsa birçoğu ilk fırsatta ABD'ye koşmaz, hamburger tüketmek için can atmaz, parasını dolara çevirmek için fırsat kollamaz, çocuğunu eğitim için ABD'ye gönderme hesabı yapmaz, çocuğu ABD vatandaşı olsun diye doğumunu ABD'de yapmak için uğraşmaz, tatillerde Miami'ye koşmaz, Hollywood filmlerine ve dizilerine yapışmaz ve de Türkçe konuşurken araya ingilizce kelimeler serpiştirmeye can atmaz... Aslında ABD karşıtı görünmek, kitlelere aydın olduğunuz havasını vermek için son zamanlarda bulunmuş en iyi kılıf...Gerçekte ABD, ne dostumuz ne düşmanımızdır...Çıkarlarımız örtüşürse beraber hareket ederiz, çatışırsa rakip oluruz..

Moğolistan, yer altı madenleriyle yükselen bir yıldız, o yüzden seçimler önemliydi...Myanmar'lı kadın politikacı ülkesine döndükten sonra Alman televizyonu - DW- Almanya'dan giden yatırımcı heyetin Myanmardaki görüşmelerini ve değerlendirmelerini aktardı...Gayet tabiki yeni yapılanan ve dış dünyaya kapılarını açan 60 milyonluk Myanmar'da (**) Almanya'nın ticaret ve yatırım bağlantısı kurarak bu fırsatları herkesten önce değerlendirmesi gayet doğal... Mali'deki tarihi eserler zaten ilginizi çekmiyor, biliyorum, o haberin bir önemi yok... Burma da Bagan'ın , Kamboçya'daki Angkor'un bize bişey ifade etmemesi gibi...

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ortalama bir Amerikalı da dünyaya bizim gibi bakıyor ama dünya onların ayağına geldiğinden ve de ülkenin ticari firmalarında, think-tank kuruluşlarında, araştırma ensitülerinde, üniversitelerinde ve kamuda bu tür konularda yetişmiş çok sayıda uzmanı olduğundan onlar adına sorun yok...Bizim böyle bir durumumuz olmadığından dünyaya böyle bakma lüksümüz yok...
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kısacası biz Türk insanı, kafamızda bir dünya yaratmış ve ona inanmışız...Bizim merkezinde olmadığımız coğrafyalara bir dünya kadar uzağız... Fakat Kenya'yı bir kaç koşucu veya atletten ibaret sanan bir toplumun yakın zamanda  dış ticaretinde büyük adımlar atması, hatta bazı ülkelerde hala konsolosluğu olmayan bir ülkenin dünya devleti olması da öyle kolay değil..Yanıbaşındaki Arap coğrafyasını bile doğru tanıyamayan ülkenin bu kadar büyük role soyunması, vizyon açısından güzel ama kabiliyeti, programı ve eylem planı hedefle tutarlı değil... Bunun için devlet olarakta toplum olarakta dış dünyaya daha çok açılmalıyız... Hem eğitim sistemimizde hem diplomasimizde...


[Dünya turu yapmadan ölmek, hayattaki en büyük kaybım olacağını düşünüyorum. Umarım birgün zamanım ve imkanım olacaktır. Ha bu arada Madagaskar, ada olup 587.000 kmkare ve 22 milyon nüfuslu bir yer ...:))]


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) http://www.usak.org.tr/dyazdir.asp?id=871
Afrika ekonomilerinde görünüm için bakılabilir.
http://www.theatlantic.com/international/archive/2012/05/the-next-asia-is-africa-inside-the-continents-rapid-economic-growth/257441/
http://www.economywatch.com/economy-business-and-finance-news/africa-rising-can-the-dark-continent-outshine-its-former-colonial-masters.29-09.html
http://trumanproject.org/doctrine-blog/the-elephant-in-the-room-why-america-must-invest-in-africas-economy/
http://thehill.com/blogs/congress-blog/economy-a-budget/232635-why-investment-in-africa-makes-a-difference
http://www.worldfinancialreview.com/?p=1440
(**)http://en.wikipedia.org/wiki/Myanmar
http://en.wikipedia.org/wiki/Persecution_of_Muslims_in_Burma
http://en.wikipedia.org/wiki/2012_Rakhine_State_riots

5 Temmuz 2012 Perşembe

İNOVASYON!


Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni bir şey söylemek lazım. Mevlana(*)

Yenilenmenin ruhunu yansıtan bu söz, yaklaşık sekiz asır evvel, toprağına, özüne, hamuruna, kültürüne tükenmeyen  bir arayışın ve özlemin sindiği Anadolu coğrafyasında söylendi. Erdem ve değer arayışının, iyi olana evrilmenin ve değişimin kök saldığı bu topraklarda, kendimize ait olanı, bugün uzak diyarlardan, Latin coğrafyasından ithal ettiğimiz bir kavramla izini sürmek zorunda kalmamız, bize bir şeyler anlatmalı...

Baştan belirtmeliyim ki,  bu deneme yazısında, haddimin ötesinde büyük büyük laflar, belki çok  iddialı sözler sarfedeceğim ama bu söylemler, ben bu sırra vakıf olupta yazmışım gibi algılanmamalı..İçinden çıktığım toplumun bir ferdi olarak ben de ait olduğum toplumun  değerlerini taşıdığımdan, sadece bir toplumsal öz eleştiri yazısı olarak algılanmalı..Daha fazlası değil..

***
İnovasyon..Kısaca yenilik demek..Yeni bir arayışın, eskiyi yeterli görmemenin, hayallerin, daha iyisi olabileceğini düşünmenin, kendini gerçekleştirme isteğinin, farklı olmanın, mevcuttan tatmin olmamanın, denemenin, defalarca belki binlerce kez umutsuzluğa düşmeden denemenin bir sonucu..Ben onu daha çok ''yenilenme'' olarak algılıyor ve okuyorum. 

Bu kavramı bugünlerde sıkça duyuyoruz..Özellikle aynı ürünü diğerlerinden daha hesaplı üretipte, yeterince büyüdükleri yerde, pazarın doyduğu, karanın göründüğü, denizin bittiği yerde bizim yerli firmalarımızın da kurtarıcı olarak sarıldıkları bir kavram..Hele bir de bizden daha ucuz işçilik maliyetine sahip yeni gelişmekte olan başka toplumlar da aynı ürünü üretmeyi öğrenmişlerse..

Hemen söyleyeyim..Söylemesi acı ve ızdırap verici ama yakın gelecekte bizim firmalarımızdan -potansiyel birkaç istisna dışında- global  bir marka çıkmasını  pek beklemiyorum.. Hafızalarda yer edecek kadar  yeni bir şeyler başaracaklarını da..Üstelik bu toprakların kültüründe, mayasında var olan o yenilikçi ruha rağmen, binlerce yıldır başka kültürlerle beslenmiş zengin bir Anadolu kültürü üzerinde durmalarına rağmen, atalarının yani göçebe kabilelerin sürekli yeni zorluklarla karşılaşıp sürekli yeni çözümler üretmek zorunda kaldıkları o yaşam tarzının beslediği o kültüre rağmen ve Anadolu insanının o kıvrak zekasına rağmen...Detaylarına daha sonra değineceğim..

İnovasyon, duyulduğu zaman çoğunlukla ilk akla gelen ve öyle zannedilen ama gerçekte o olmayan ama onu  da kapsayan daha geniş bir kavramdır. Yani İnovasyon, bir Ar-Ge değildir. Ar-Ge, inovasyonun sadece bir yönüdür. İnovasyon sadece yeni bir ürün değil bazen yeni bir biçim, yeni bir tarz, yeni bir soluk, yeni bir organizasyon, yeni bir sunum, yeni bir bakış tarzıdır. Aynı ürünü farklı şekilde ele alıp daha verimli üretmek veya daha güzel sunmak da olabilir..İnovasyon, aslında yaşamımızın her anında bir şekilde vardır ama ismi konmayan bir eylem olarak durur..O yüzden farketmeyiz..Fakat insanlık, bugün dünden daha iyi durumda ise, onu bugüne taşıyan, yaşamını güzelleştiren ve kolaylaştıran formların değer kaynağı  da bu taze soluktur.

İnovasyon, öyle ulaşılmaz bir kavram değildir. Sadece değişim ve yenilenme isteğinin ürünüdür. Bazen herkesin mantıyı mantı olarak servis ettiği yerde, mantının üzerine bir nane yaprağı bırakmaktır.. Bazen herkesin, sesini duyurabilmek ve bir şeyleri etkili bir şekilde  protesto edebilmek için ancak çoğunluk olup kapı pencere kırmak  gerektiğini düşündüğü yerde, tek başına, bir yazar kasa atıp daha büyük etki uyandırabilmektir...Bazen de birilerine yapılan bir evlilik teklifinin farklılığıdır.

***

Geçenlerde, Apple, bir Amerikan firması, son çeyrek bilançosunu açıkladı..46 milyar $ gelir, 13 milyar $ kar..Apple hisseleri bu sonuçlarla zirveye koşarken,  o sırada Erikson, Nokia, RİM (Blackberyy markasının üreticisi) gibi firmaların hisseleri yerlerde sürünüyordu..İşte inovasyon ve işte İphone böyle birşey..Rakipleri ekarte etmekte rakipsiz bir silah..İnovasyon..

Yaratıcı bir fikrin ve düşüncenin ürünüdür İphone..Yine aynı tarzın ve kültürün ürünü Facebook..Windows..

Peki son yıllarda hayatımızı değiştiren bir çok buluşun Amerika'dan çıkması sizce tesadüf mü? Ya da bir Facebook icat etmek için muazzam kaynaklara mı ihtiyaç vardır?..Hayır yok..Avrupa'da, Japonya'da bol miktarda kaynak var ama bu tarz ürünler artık o topraklardan çıkmıyor..Neden derseniz, buna cevabım kültürel durgunluk derim, kültürel yozlaşma derim, toplumsal olarak yavaşlayan  dinamizm derim, bir zamanlar rekabet edebilmek için ürettikleri yeni iş ve organizasyon modellerini sonradan ezberlemeleri derim, o modellerin de bir gün yenilenmesi gerektiğini unutmaları  derim...

Sonuçta şirketler de, insan kaynakları da ait olduğu toplumun değerleri üzerinde durur. Toplum kendini ve değerlerini  yenilemiyorsa, yenilenmesine artık ara vermişse, bireylerin de o toplumda düzene sımsıkı yapıştığını farkedeceksiniz..Bu yozlaşma eninde sonunda o toplumu çağdaş uygarlığın dışında bırakır ve bir gün geri kaldıklarını, başka  toplumlar tarafından ağır bedel ödemeye mahkum edildiklerinde farkedeceklerdir. Tıpkı başka bir firmanın sizi pazarın dışına ittiği gün, inovasyon ruhunu kaybettiğinizi farketmeniz gibi...

***
Ben, inovasyonun esas kurum kültüründe ve çalışana bakışta başlaması gerektiğini düşünürüm. Yoksa yeni ekipmanlar ve yeni çalışanlar bünyeye katmakla inovasyon ruhunun yeşermeyeceğini düşünürüm. Siz, önce en güzel bahçelerin tek tip çiçekle değil, farklı çiçeklerden yapılması gerektiğini kabul etmelisiniz ki sizin bahçenizde başka çiçekler de açabilsin. Tek çalgı ile orkestra olamayacağını kabul etmelisiniz ki farklı çalgılarıın harmonisinden senfoni üretebilesiniz..

İnovasyon farklı düşünebilmenin ürünü ise şayet, o zaman farklı düşünme tarzına sahip bireyleri bir araya getirebilen,  farklı düşünmenin artı değer olduğunu hissettiren ve cesaretlendirebilen kurum kültürü inşa etmelisiniz. Zaten bu farklı kurum kültürünü inşa edebilmişseniz inovasyon yapabilmek için kurum olarak ekstra çabalar sarfetmenize gerek kalmayacaktır. Çünkü firmanın her köşesinde, en alt seviyede işlerde ve en düşük profilde çalışanların bile iş yapış tarzlarını yenilemeye çalıştıklarını, yaptıkları işe değer katma arayışında olduğunu farkedeceksiniz.

Sizin çayırlarınızda mor inekler otlayamıyorsa, sizin tarlanızda başka bitkiler yeşeremiyorsa, sizin bahçenizde başka çiçekler açamıyorsa inovasyon için ekipler kurmanın, Ar-Ge departmanları için masraf yapmanın lüzumu yok..Bırakın paranız cebinizde kalsın..Çünkü Ar-Ge'niz hep aynı rengi üretecek, hep aynı bitkileri yetiştirecek ve hep aynı ürünü verecek..Çünkü sorgulayabilecek ve eleştirel düşünebilecek yetiler, eskiye ait ve mutlak itaatin hüküm sürdüğü, yeni bir fikrin eski köye yeni adet olarak algılandığı ve bu nedenle baskılandığı o kurum kültürü tarafından  çoktan o beyinlerden sökülüp atılmış olacaktır..Başka bir deyişle, nasıl her çiçek, her bitki  her toprakta yeşermezse, uygun olmayan her iklimde meyveye durmazsa, firma kültüründe inovasyona yer açamayan firmalardan da kolay kolay inovasyon bekleyemezsiniz..

Zaten paylaşmak ve değer üretmek üzerine bina edilmemiş  aksine emir-komuta zinciri ile sadece yönetimi pekiştirmek üzere kurulu o kurum kültürü mor inekleri kapıya da yaklaştırmayacaktır..Çünkü eski düzene çomak sokacak o taze ruh, o taze soluk, o taze nefes, eskinin raflarında biriken o tozu havalandıracağı için o kokuşmuş yerlerde ve izbelerde rahatsızlık uyandıracaktır.

Moda artık  Ar-Ge kurmaktır, inovasyon ekibi kurmaktır..Çünkü birileri bunun olması gerektiğini söylüyor. İlk tepki genelde, aslında biz her zaman inovatif idik, gerçekten ihtiyaç yok ama.. Ve yine de talimat gelir : İnovasyon yapılacak ! Yap! ..Aynı emir daha alt katmanlarda daha sert tonda yankılanır. Daha inovasyonun içten gelen bir dürtü olduğunun farkında olmayanlar, emirle yeni fikirler çıkarabilecekleri hissine kapılırlar. Sonra eski sistemde yetişmiş ve sadece kabul etmeye ve sadece aynı düzeni sürdürmeye alışmış beyinlerden taze fikirler istenir. Yapılan beyin fırtınaları, etrafta toz kaldırmaya bile yetmeyecek kadar cılız kalınca  bir kaç tane mor inek alınmasına karar verilir.

Aslında kurum kültürü inovasyon ruhuyla pekiştirilmişse inovasyon yapabilmek için bir kaç mor inek almanın yanlış olacağını da bilirsiniz..Zaten inovasyon kurum kültürüne hakimse, tepeden tırnağa tüm çalışanlar o yenilikçi ruhu taşır. İnovasyon ekibi dediğinizin en üst kademeden en alt kademeye tüm çalışanların doğal olarak üyesi olduğu o ekibin kendisi  olduğunu bilirsiniz. İnovasyon sadece bir kaç çalışana ihale edilecek bir davranış değildir. İnovasyon yapıyoruz demek için  alınan bir kaç mor inek de eninde sonunda orada barınamayacaktır. İnovasyonun tüm çalışanları kapsamadığı, kurum kültürüne hakim olmadığı yerde  bir kaç mor inek, hep öteki olacaktır..Halbuki sizin çayırlarınızda sadece mor inekler değil, yeşil, turuncu, lacivert inekler de olacak ki,  kimse öteki olmasın..

Fakat firmalar hep aynı düşünce tarzıyla dolu ve sorgulamadan mutlak itaat eden çalışanları sevmiştir. Firma İK'sı özellikle kurum kültürüne uygun aday derken hep kendilerine benzeyeni tercih etmiştir. Bu nedenle firmada geçmişte hiç mor inek olmamıştır. Herkes aynı düşüncededir. Ve kimse aslında kurum kültürü dediğimiz şeyin kendisini doğru ve çağdaş değerler üzerine bina etmiş miyiz ki diye sorma gereği duymamıştır..Ya kurum kültürümüz yeni değerler üretmeye yatkın değilse, ya referansımız yanlışsa..Ya kurum kültürümüz yirmi yıl önceki alışkanlıklar ve düşüncelerin ürünü olarak kalmışsa, ya sosyolojik olarak toplumsal kültürün de sürekli yenilenmezse yozlaşan bir kavram olduğunu unutmuşsak..

Üstlerin mutlak doğruyu bildiği o kurum kültüründe, zannedilir ki farklı düşünenlerin, yaptığı işi daha iyi yapmak isteyenlerin, eleştirel düşünenlerin, kavramları ezberlemek yerine sorgulayıp değer katanların, yeni şeyler üretmek isteyenlerin  ikili ilişkileri ve insan ilişkileri zayıftır, laf dinlemezler, üstlerine saygı göstermezler..

Halbuki tam tersidir. Eleştirel düşünen, kendisinin de eleştirileceğini bilir..Kendisine saygı duyulmasını isteyen, başkalarına kendisinin de saygı duyması gerektiğini bilir..Kendine ait fikri olan, başkasının da kendine ait fikirleri olacağını bilir..Doğruya ancak sorgulayarak ve tartışarak ulaşılacağını bilen, başkalarının fikirlerini görmek ister çünkü merak eder. Bilginin evrensel değer olduğunu, bilginin sürekli yenilendiğini  ve öğrenmekle tükenmeyeceğini bilen, başkalarının da kendisinden daha taze bilgilerle donanmış olabileceğini ve daha farklı bilgiler bilebileceğini bilir. Bu nedenle de esas harmoni oradadır. Farklı çalgılar olmalı ki orkestra olsun..Herkesin aynı kavalı çalıp aynı şarkıyı söylediği yerde yeni notaların çalınıp söylenemeyeceği bellidir.

Bu tıpkı eski diktatörlüklerde demokrasi algısının toplumu kaosa götüreceği algısına benzer..Herkesin kendi fikirlerinin, seçimlerinin ve tercihlerinin olması, toplumda ilişkileri ve düzeni zedeleyeceği algısı..Demokratik olanların ahengi bozacağı ..Halbuki tam tersidir. Demokrasinin olgunlaştığı yerler daha huzurlu ve müreffeh, diktatörlükler daha huzursuz ve fakir..Çünkü farklı fikirler ve düşüncelerdir hayatı güzelleştiren, ona anlam katan..Sıradanlığı kapının dışında bırakan, özgün kalmayı ve yeni değerler üretmeyi başaran..

İnovasyon bir yenilikse şayet bu aynı zamanda eskiye göre bir farklılaşmadır. Yani farklılıktır. Ve tarihten çıkaracağımız önemli bir ders varsa o da farklılığın sadece farklı insanların eseri olduğudur. Bu nedenle binlerce yıl boyunca milyarlarca insan yaşamasına rağmen hayatı bilinen ve tarih olarak okutulan insan sayısı sadece onbinler belki yüzbinler mertebesindedir. Çünkü insanlığın hayatında büyük hadiseler, büyük devrimler, büyük buluşlar bu farklı insanların eseridir. Fakat farklı insanların farklı olmaları hasebiyle sıradan olmayacakları açıktır. Ve sıradan olmadıkları için düz bir zemine göre, sabit bir sisteme göre aykırı düşebileceği de açıktır. İşte bu nedenledir ki, insanı önemseyen sistemler, farklı insanları ötekileştirmeden kendi sistemiyle adapte edebildiği için inovatif olmayı başarabilen sistemlerdir. Zaten sadece günü kurtarma ve sadece mevcut sistemi devam ettirmeye odaklanan bir kitlenin kendini farklılaştıramayacağı ve bu riske girmeyeceği bellidir. Çünkü inovatif olmak, risk almayı gerektirir. Bu riski de ancak farklı şeyler yapma derdinde olan insanlar alabilir. Yani farklılık yaratma, bir yerde kendini gerçekleştirme eylemidir ve bu yüzden içgüdüseldir. Sıradan bir kitle ancak sıradan işler yapar, yani var olanı sürdürür. Farklı düşüncelerden oluşan bir kitle ancak farklı işler yapabilir.  Bu yüzden kurum kültürü ile bu farklı insanları bir araya getirip harmoni yapabilenler ancak inovasyon yapabilir.

Bizim firmalarımızın esas çelişkisinin de bu olduğu kanaatindeyim. Firmaların düzeni sımsıkı koruma içgüdüsü, inovatif içgüdüyü sürekli baskıladığı içindir ki yeterince inovatif değiller. Ki her firmamız her ne kadar insanı önemsediğini, paylaşmak ve değer üretme odaklı olduğunu iddia etse de birçok firmamızda kurum kültürünün ve davranışlarının hala yıllar öncesi anlayışa bina edilmiş olması, eskiye ait çalışma kültüründe yetişmiş kuşakların şimdilerde üst seviye yöneticiler olarak kurum kültürüne yön veriyor olmaları, çağdaş değerleri içselleştirip gerçekten uygulamak yerine çoğunlukla onları eski kurum kültürünü perdelemek ve bir nevi dışarıdan gelen baskıları ''uyguluyormuş gibi görünüp'' savuşturmak için tercih ediyor olmaları, modern kurum kültürü görünümünde esasında çağdaş değerlerin gölge, eskiye ait değerlerin ise asıl kültür olarak faal olması, sadece yönetimi pekiştirmeye dayalı bakış açısının bir çok firmada hala hakim durumda olması vb nedenlerden ötürü yakın gelecek için çok umutlu değilim.

***
İnovasyon etki üretmek derdindedir, sadece başkalarının ürettiği etkiye tepki vermek değil..Çünkü her zaman insiyatif etki üretenlerdedir. Tepki, ancak bir etki var olmalı ki var olabilsin. Bu nedenle varlığını etkiye borçludur ve etkiye verilecek cevap olduğu içindir ki sürekli geriden gelir..Bu nedenle tepkiye dayalı politikalar sürdürülebilir değildir..Örnek vermek gerekirse, Japon toplumu, Amerika'ya yetişmek hedefiyle ve hırsıyla çıktığı kalkınma yolculuğunda hedefe vardı ama  hedefe ulaşıncada doğal olarakta  hedef bitti, yeni şeyler üretemez oldu, derin bir resesyona yuvarlandı. Bugün Japon kültüründe görülen Amerikan tesiri, Amerikan kültüründe görülen Japon tesirinden çok daha fazladır. Etki üretmeye daha odaklı olduğu için Amerikan toplumu dünyayı etkilemeye devam ediyor. (Nitekim biz de kendi  tarzımızı  ve kütürümüzü son yıllarda öne çıkararak çevre ülkeler üzerinde etki uyandırmaya başladık. Türk dizilerinin Sırbistan'dan Kuveyt'e izlenir olması gelecek için umut verici bir ipucu olabilir. Kendi mimarimizi, sanatımızı, modamızı hatta futbolumuzu, kendimizden bir şeyler katıp, geliştirip bir ekol haline getirebilirsek esas o zaman inovasyon anlamında çağ atlayacağız.)

Etki üretme odaklı olmak, inovasyon ruhunun canlı tutulmasıdır. Ve bu ruh, yeni yetiler kazandırır. Dışarıda beklenmedik şekilde ortaya çıkan ve maruz kalınan bir etkiye hızla ve doğru tepki verebilenler de normal durumda inovatif olanlardır. Çünkü yetileri gelişmiştir. Algıları açıktır. Normal zamanda inovatif olamayanlar, dışarıdan gelen bir etkiyi göğüsleyemez ve yıkılırlar. Bu tıpkı barış zamanında, olası senaryolar üzerinde çalışan, iyi eğitimli ve donanımlı orduya sahip olmak gibidir. Dışarıdan gelen tepkiye anında misliyle karşılık verebilmek önceden hazırlıklı olmayı gerektirir. Yani etki üretmeyi, yani inovasyonu hedefleyenler, dışarıdan beklenmedik şekilde ve kendi aleyhlerine gelişen etkileri çok hızlı okuyup, çok hızlı karar alıp, çok hızlı eyleme dönüştürebilirler. Çok hızlı ve doğru karar alabilmek beceridir. Bu beceri de normal zamanlarda bu yetinin geliştirilmesi ile elde edilir. İnovasyon ruhu, bir firmada çalışan tüm beyinlerden oluşan ve kollektif zekayı, yani bir kurumun zekasını oluşturan o zihni sürekli çalıştırır. Ortak aklı geliştirir. İnovatif  olmak, bir firmayı hem canlı tutar hem kurum zekasını kuvvetlendirir.

İnovasyon, sürekli yenilenme arayışındadır. Hedefi, bir organizasyonun veya bir  kurumun veya bir bireyin sürekli kendini yenileme istek ve dürtüsünü canlı tutmaktır. Bunu, dış etkiler mecbur bırakacağı için değil, kendi organizasyonunun yozlaşmaması ve sürdürülebilir olmak için kendisi ister. İçseldir. İnovasyon, sürekli yenilenme ve yenilenerek her zaman taze kalmak ve  sürekli var olmak hedefindedir. Yoksa sırf rakipleri ekarte etmek veya sırf onlara yetişmek için hedefler koymak inovasyonun ruhuna ve ufkuna aykırıdır. Çünkü o hedefler  sadece belli bir zaman diliminin hedefidir ve sadece  bir stratejinin dilimlenmiş taktik parçalarıdır. Esas hedef yerine konulduğunda bir gün denizin biteceğini ve organizasyonun çürümeye başlayacağını bilmeliyiz.

 (Yine bu nedenledir ki sadece bu yüzyılın değil,  yüzyılların strateji dehası(**), milletine ulaşmasını istediği hedef olarak herhangi bir toplumu adres göstermemiş, muasır medeniyet seviyesinin kendisini  hedef göstermiştir ve o hedefe ulaşıldığında da o seviyenin üzerine çıkılması gerektiğini işaret etmiştir. Yüz yıl sonra kimin muasır medeniyet seviyesini temsil edeceği belli olmayacağından hedef olarak bir  toplumu  işaret ederek bir gün tükenecek hedefe yönlendirmemiştir.. Çağdaş uygarlığı kim temsil ediyorsa bugün hedef ilk aşamada odur ama esas hedef sürekli değer üreterek çağdaş uygarlığı temsil edecek düzeye ulaşmaktır. Yani etki üretebilmek için değer üretmek ve çağdaş uygarlığın kendisi olabilmektir...Başkalarının örnek alıp ulaşmak isteyeceği hedefin kendisi olabilmektir..İnovasyonun temel felsefesi de budur..Değer üretmek  yoluyla etki üretmektir.)

***
İnovasyon, benim için ''yeni'' değil ''daha yeni''dir. Çünkü şu anki ''yeni'' de artık yeni değildir, hayat bulduğundan o da eskimeye başlamıştır ve şu anki ''normal'', o olmuştur artık..Peki şu anki ''normal'' yeterli iken onu neden yenileyesiniz ki? Hatırlatmak isterim ki,  şu anki ürün veya sistem de, ilk çıktığında,  o da bir zamanların yenisiydi. Ve şu anki koşullarda yetkinliğini ispatladığı için  hayattadır. Fakat yarının koşullarında da ayakta kalıp kalamayacağını bilmiyoruz..Fakat o da, daha önceki yeniyi, yeni koşullara uyamadığı için  eski kılmış, kendisi yerini almıştı. Maalesef, herkes, ürününü veya sistemini yenileme konusunda diğerleri kadar şanslı olmayabiliyor. Zira geçmişte, şimdilerde kimsenin beğenmeyip eski kıldığı o ürün veya sistem için de birileri, -pazarlama açısından demiyorum kendi algıları açısından- ''ürünümüz süper'' veya ''sistemimiz süper'' diye övünüyordu ve onu yenilemek için dahi olsa dokunulmayacak kadar kutsallaştırıyordu. Çünkü o kazanan sistemdi, o kazandıran üründü ve hep kazandıracağını zannediyorlardı. Geçmişte sistemini veya ürününü kutsayıp, ona sımsıkı sarılmış ve sonuçta onla beraber mazi olmuş çok firma vardır..Dünya değişir, koşullar da sürekli değişir. Şu anki sistemin de, ürünün de günü geldiğinde yeni koşulların eskisi olacağı açıktır. Koşullar mecbur bırakmadan şu an ki iyiyi,  daha iyiye doğru yenilemek inovasyondur. Zaten koşullar mecbur bırakıyorsa inovasyona değil köklü devrime ihtiyaç vardır. Çünkü geleceğe hazırlanma ve yeni koşullara adapte olma yetisi kaybedilmiştir. O ancak devrimle yerine konur.

Yeni bir şey denemek cesaret ister çünkü yeni bir şey risktir. Kimse de durduk yere risk almak istemez..Çalışanını ''daha yeni'' için cesaretlendirmeyen kurum, eskimeye mahkumdur. Fakat insanlar, durduk yere, neden siz ilk defa  ''hadi aslanım'' dediğiniz için  birdenbire cesaretlensinler ki? Üstelik önlerinde başaramama riski varken... Esas onları cesaretlendiren, onların içindeki  başarma dürtüsüdür. Cesaretlendirmek, o dürtüyü harekete geçirmektir. Eğer başarıyı takdir edemiyorsanız, daha iyi yapılmış bir iş için çalışanınıza daha ''elinize sağlık'' bile diyemiyorsanız, inovasyon sizin için ''ya adamlar nasıl yapıyor, biz de niye olmuyor, halbuki biz departman bile kurduk'' dur ..Gözden kaçırdığınız, başarı takdir edilmeli ki yeni başarılara kapı aralanabilsin. ''Daha yeni'' için  insanlar cesaretlenebilsin. Çünkü marifet iltifata tabidir. Her başarı takdir görmek ister, kıymet verilsin  ister. Ancak başarıyı takdir edebilenler, başkalarını cesaretlendirebilir.

***
Taklit değerler üzerine inşa edilmiş bir kültür, inovasyon yapamaz. Çünkü kendine ait olmayan bir değeri yenileyemez.

Esasında her medeniyet, yaşamı kolaylaştırma, güzelleştirme ve güzel değerler üretme amacındadır ama her medeniyetin tüm insanlığa ait olabilecek değerleri kadar kendini özgün kılan değerleri de vardır. İşte o özgünlük, taklitle ithal edildiği bünyelerde hastalık çıkarır.

Bugün çağdaş değerler için ithal ettiğimiz birçok değerin aslında birçoğunun bu coğrafyada yüzyıllardır var olduğunu hala daha farkedebilmiş değiliz. Kendimize ait bir değer hem de iyice rafine olmuş bir değer varken onun üzerine başka toplum versiyonunu aynı bünyeye iki kere yüklemeye çalışmak toplumsal bocalamaya yol açıyor.

Bugün adına empati dediğimiz ve sanki yeni bir kavrammış gibi sunduğumuz bir değer Anadolu'da yüzyıllar öncesinden  kök salmıştır. Karşıdakini anlamak, farklı inançları kabullenebilmek, komşusu açken kendisi tok yatmamak, başkalarının sevinçlerine ortak olmak, derdiyle dertlenmek, paylaşmak, yardımlaşmak, takım oyuncusu olmak, ekip olmak, ben yerine biz olmak,  alçak gönüllü olmak, mütevazi olmak, yükseldikçe daha çok tevazuya doğru eğilmek, dolan ve doldukça bir buğday başağı gibi eğilmek  bu coğrafyanın öz değerleriydi..

Ortaçağ Avrupası birbirini boğazlarken Anadolu'da farklı kimlikler hüznü ve sevinci beraber yaşıyordu..Ve ne hazindir ki Anadolu'da son yüzyılda yaşanan acılar da, yakın zamanda yaşanan kardeş kavgaları da Batı kültüründen ithal ettiğimiz kavramları, ideolojileri sorgulamadan içselleştirmeye çalışmamız yüzünden çıktı. Bize ait olmayan  kavramlar ve sistemler yüzünden çıktı.

Tabii ki başka medeniyetlerin tüm insanlığa ait olabilecek değerleri esin kaynağımız olmalı ve ihtiyacımız olanı almalıyız..Mesela demokrasi, insan hakları, cumhuriyet gibi kavramlar..Ki bu kavramları bile kendi değerlerimizi yükleyerek daha anlamlandırmalı ve daha iyiye doğru itelemeliyiz. Çünkü kavramlar da anlam yüklendikçe gelişir. Demokrasi kavramının içi, bugün, yüzyıl öncesine göre daha doludur. İnsanlığın diğer ortak değerleri de öyle..Ortak değerler bile ait oldukları toplumlardan toplumlara farklı seviyelerdedir. Batı demokrasileri ile Asya demokrasileri arasındaki fark gibi.. Teknoloji kavramı şimdi nasıl Amerikan teknolojisi, Japon teknolojisi, Çin teknolojisi vb olarak  farklı yetkinlikler içeriyor.. İnovasyon kavramı da öyle olacaktır. Türk inovasyonu, Alman inovasyonu vb gibi.. Yakın gelecekte Türk inovasyonu dendiğinde nasıl bir algı oluşacak merak ediyorum..Bu kavram kağıt üstünde mi kalacak yoksa hayata geçip anlam kazanarak zenginleşecek mi?

Buradan hareketle  şunu bilmeliyiz ki bir çok değer, bir ihtiyaca cevap vermesi içindir.  Bugün düşünmeden ithal ettiğimiz kavramların bazılarının, ithal ettiğimiz o toplumların şiddetle ihtiyaç duydukları ve bir an evvel kurtulmak istedikleri o kötü huyları değiştirme ihtiyacına karşılık olabilir.. Sizin toplumunuzda zaten o kavram yüzyıllardır içselleştirilmişse siz, ihtiyacınız olan kavramlara yönelmelisiniz. Mesela bazı toplumlar bireycidir ve orada çalışanı takım oyuncusu yapmak için çabalarsınız..Bazı toplumlar, toplumsal olarak dayanışma ruhunun kuvvetli olduğu paylaşımcı bir kültür üzerine bina edilmiştir ama orada da her şeyi büyükler bilir, büyüklerin yanında fikir beyan edilmez..Öyle bir yerde de bireyselleşmeyi öne çıkarırsınız..Yani hangi ülkede, hangi toplumsal değerler üzerinde duruyorsanız kurum kültürünü o toplumun kültürel artıları ile beslemek, eksik yönlerini ise kurum içi inşa edeceğiniz kültürle izole etmek..Yani her reçete her yere uymaz..

Bugün bizde de ''ben merkezli'' yeni bir kuşak çıktıysa ve biz bu durumdan muzdarip hale geldiysek, kendi değerlerimizi küçümseyip başkalarının değerlerinin sürekli doğru olduğunu kabul ettiğimiz içindir. Başkalarının değerlerini içselleştirmek ve reflekse dönüştürebilmek, bir davranış haline getirmek çok zahmetli bir süreçtir. Başkasının değerlerini komple ithal etmek, başkası olmak demektir. Kendin olmak başkası olmaktan daha kolaydır. O başkasından zaten bir tane var, ikinciye ne gerek var? Özgün değerlerin yoksa taklit değerlerle var olamazsın. Başkasını başkası yapan o özgün değerleri zaten içselleştiremezsin. İçselleştirilmeyen değerler sürekli ilinti durur. Eğer bir değer içselleştirilmemişse taşımak için sürekli çabalarsınız, yorulup bıraktığınızda her şey  eskiye döner. 

Aslında kurum kültürünü çağdaş değerler üzerine bina etmek için yüzyıllardır sahip olduğumuz ve bugün eskiden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz değerler bu topraklarda fazlasıyla var. İnovasyon da öyle..Yeter ki akıl akıldan üstündür diyebilsek ve en alt rütbede çalışan birinin de insan olduğunu ve onun da bir aklının olabileceğini hatırlasak!..

***
İnovasyon, özgün olmanın arayışıdır. İyi taklitle günü kurtarmak bir başarıdır ama bu sürdürülebilir bir başarı değildir. Başarımızı sorgulamalıyız. Biz özgün değerler ürettiğimiz için mi başarılıyız yoksa başkalarının dezavantajları olduğu için mi biz başarılıyız? Hem yerel hem global ölçekte kendi yetkinliklerini tanımlayabilen, bulunduğu konumu tarif edebilen  ve güçlü yönlerinin, zayıf yönlerinin farkında olan neyi iyileştirmesi gerektiğini bilir. Yoksa konjonktürün bizden yana estirdiği rüzgar, bizde başarılı olduğumuz hissini uyandırıyor ve biz bunu kendi başarımız olarak addediyorsak bir gün rüzgarın terse dönebileceğini de hesaba katmalıyız. Eğer rüzgarın yönüne göre  kendi dümenimizi kendimiz kırabiliyorsak, kararlarımız ve sonuçları kendi bilincimizin ürünü ise işte o başarı tesadüf değildir. Ancak, başarı veya başarısızlığının nedenlerini tahlil edebilen inovasyona yönelebilir. Çünkü, sadece, gücünü farkındalıklarından alanlar, yeni yetilere uzanabilir. İşçilik ücretimiz düşük olduğu için mi Avrupalı üreticileri pazarın dışında bıraktık yoksa yaptığımız işi onlardan daha iyi, daha verimli yaptığımız için mi? Daha özgün çözümlerimizin, sahip olduğumuz kurum kültürünün üstünlüğüyle mi başardık? Eğer işçilik ücretimiz düşük olduğu için başarılıysak bilmeliyiz ki birgün daha ucuz işçiliğe sahip başka toplumlar da bu işi öğrenecek ve bizi pazarın dışına itecektir. İşte inovasyon özgünlüğün ve sürdürülebilir olmanın anahtarıdır. Çünkü, asıl daima kopyasından üstündür. Çünkü orjinal var olmadan takliti olmaz. Özgün olan taklitlerinden bir adım öndedir. İnovasyon, önde koşmak isteyenlerin tarzıdır.  Kendi ufkunu bügünden dizayn edenlerin tarzıdır..

Özgün olabilmenin hedefi ekol olabilmektir. Ekol olabilmenin ön koşulu ise özgün olabilmektir. Ekol olmak, herhangi bir alanda, farklı bir anlayışın, düşüncenin, kültürün  soyut halinden çıkıp somut bir şekle bürünmesidir. Görüldüğü yerde kime ait olduğunun bilinmesidir.  Kendi tarzıyla, kendisi olarak  farklı bir değer yaratmasıdır.

Moda yaratmak bir inovasyondur. Kendimize ait motiflerimizden, kendi kültürümüzden, kendimizden, bizden bir şeyler katmayı becerebilseydik bugün modada iddialı olabilirdik. Kendi tarzını yaratmayan başkasının tarzına hizmetkar olur. Orada orjinali dururken sizin ürününüz sadece ucuz olduğu için tercih ediliyorsa, bilmelisiniz ki ucuzun da ucuzu olacaktır. Birgün orjinal, kendisine başka topraklarda daha ucuz taklitler isteyecek ve sizden vazgeçecektir.  İnovasyon kendini gerçekleştirmektir. Kendi orjinalini yaratmaktır.

***
İnovasyona en yakın kurumlar üniversitelerdir. Çünkü üniversiteler tez üretme merkezleridir. Fakat bizde tez çalışmaları, akademik çalışmalar, sürekli başkalarından alıntı yapmak ve alıntı kaynaklarını dipnotlara doldurmak suretiyle  yapılmış çalışmalardır. Ne kadar çok alıntı varsa o çalışmanın o kadar akademik olduğu zannedilir. Kimse, peki bu kaynaklar bunu iddia ediyor, biz ne iddia ediyoruz, bizim tezimiz ne, bizim ürettiğimiz bilgiler ne, diye sormaz. Halbuki alıntı teze dayanak veya karşıt görüşlerin de olduğunu söylemek için vardır. Bilgi üretemediğimiz için de inovasyon yapamayız. Ancak bilgi üreten inovasyon yapar..

Kurumlar, şirketler için de bu böyledir. Firma bir ürünü üretirken aynı zamanda büyük bir birikim, know-how, tecrübe üretir. Bir ürünü üretirken aynı zamanda bilgi ürettiğini de farkeden kurum inovasyon yapacağını da farkeder. Çünkü bunu farkettiğinizde bir teknisyenin bile o konuda üstelik tecrübeyle elde ettiği büyük bir bilgi birikimi olduğunu farkedersiniz. Üretimde karşılaştığı yeni durumlarla, yeni tecrübelerle yeni bilgiler ürettiğini de farkedersiniz. İşte o bilgiyi, yeni bilgiler üretmek için kullanır ve yönetirseniz, inovasyonun ardından geleceğini göreceksiniz. Bilgiyi yönetirseniz eksikliklerinizi farkedersiniz.  Hangilerini ezbere, hangilerini bilinçle yaptığınızı da farkedersiniz. Ve ezbere yapılan bir çok konuda da, üzerinde geçmişte fazlaca düşünülmediği için doğru yapıldığı sanılan, çok sayıda  iyileştirmeye açık alan bulabilirsiniz.

***
Kendi üzerinde durduğumuz özgün değerleri işimize katmazsak, mimaride, sanatta, estetikte, sinemada, sporda, modada kendimiz olarak sahaya çıkmazsak, taklite inovasyon yapmak derdine düşersek toplum olarak sürdürülebilir  gelişmeyi sağlayamayız. Dünyanın bir İngiliz modası, bir İtalyan modası zaten var..Bir Alman futbolu, bir Latin samba futbol ekolü var..Bize düşen Türk modasını yaratmaktır. Türk futbolunu yaratmaktır. Bugün dışarıdan gelen birine, çağdaş Türk mimarisi olarak kuru gökdelenler, anlamsız beton yığınlarını sunuyorsak kendi mimarimizi ve estetik algımızı oluşturamadığımız içindir.

Çünkü bize hep dışarının iyi olduğu öğretilmiştir. Kendi yeni orjinallerimizin, yeni çözümlerimizin olması gerektiğini unutturmuşlardır. Bu eğitim sisteminin, Türk çocuklarının yaratıcı özelliklerini pekiştirmek yerine taklite yönlendirmesi, özgünlük, değer yaratma  ve farklılaşmaya götürmemesi, yeni bir şeyler üretme derdi olmayan standart bir insan profili çıkardı.  

Bir de buna ilave olarak  kurum kültürünün yanlış algılar üzerine bina edildiğini düşünün. Bir çok firmanın mesela, takım oyuncusu algısını düşünün. Önce bir ekip dendiğinde, bir takım dendiğinde doğru algıyı oluşturmalısınız ki onun bir parçası olan takım oyuncusunu tarif edebilesiniz. Takım dendiğinde aynı tip çalışan algılıyorsanız orada bir sorun var. Bir futbol takımı onbir iyi kaleci ile takım olmuyor, ya da onbir iyi forvetle..Yıldızı olmayan takım sıradanlaşır. Salt yıldızlardan kurulu bir takım da iyi bir iş çıkaracağı anlamına gelmez, çoğunlukla da bocalar. Marifet, yıldızları takım oyuncusu, takım oyuncularını yıldız yapabilmektir. İyi bir takım, birbirini tamamlayan dişlilerden oluşur. Birbirini tamamlayabilmesi için oyuncular farklı yetilere sahip olmalı ki birinin eksiğini, diğerinin fazlasıyla kapatabilen bir takım yaratılabilsin. Yoksa takım oyuncusu algısını, aynı düzeni mutlak düzen addedip iş yapış tarzını sorgulamayan, sorgulamadığı ve yeni bir arayışa ihtiyaç duymadığı için baş ağrıtmayan, eski köye yeni adet getirme derdi olmayan çalışanlar olarak algılar ve buna dayanarak  firmaların çalışan tipi olarak, tek tipleştirme ve tek tip çalışan tercihini eklerseniz neden bu ülke firmalarının yeterince inovatif olamadıklarını farkedersiniz..(Yok bu kavramla, beşeri ilişkileri kastediyorsanız o bir iletişim sorunudur, ona başka bir tanım bulmanız gerekir. İnsan ilişkileri iyi olmayan zaten takım oyuncusu olmaz. Ama takım oyuncusu kavramını aynı yetilere sahip, aynı düşünce tarzına sahip bireyler olarak  algılıyorsanız, o zaman da tekrar düşünmenizi öneririm.)

Yukarıda Apple firmasının ezip geçtiği o firmalar da öyle yabana atılacak şirketler değil hani..Hatta 6 sigma uygulamalarını başlatıp mükemmelliğe koşan firmalar..Yani milyon üretimde sadece 3,5 adet hataya ulaşmaya çalışırken başkasının inovasyon silahıyla yara alan firmalar..Sizin modern uygulamalarla mükemmelliğe ulaşmaya çalıştığınız bir sırada, başka bir yerde, başka birileri mükemmelleştirmeye çalıştığınız ürünü  kaldırıp çöpe atıyor ve tüm çabalarınız, emeğiniz  boşluğa düşüyor..Bir örnek vermek gerekirse, milyonda sıfır hatayla  mum üreten bir firmanın köküne Edison diye bir adamın ampulü icat edip kibrit suyu dökmesi gibi..Mükemmel üretmek, yarını garanti etmiyor yani..

Japonlar aynı ürün gamında General Motors'u ekarte ettiler..Çünkü aynı ürünleri üretiyorlardı ve Japonlar daha iyi üretiyordu..Peki ya Microsoft..O sizin üretmediğinizi üretiyor..

Bu nedenle yani etkiye tepki vermeye dayalı politikaları nedeniyle bir Microsoft, bir Windows çıkmadı Japonya'dan..Bir Facebook da çıkmadı..Google da..

Ya da sizin ürettiğinizi üretiyor ama yetinmiyor..Siz Nokia olarak aynı üründe sadece mükemmelleşme peşindeyken  İphone diye bir ürün çıkarıp oyunun kurallarını değiştiriyor..

İşte buradaki ayrım budur..Var olanı mükemmel performansla üretmek verimliliktir..Aynı şeyleri üretenleri ekarte etmenin, karlı olmanın, ayakta kalmanın en önemli yoludur ama geleceğin sigortası değildir..Nitekim standart üretimde mükemmelliği  hedefleyen Japon ekonomisinin aktörleri - ki örnek alınan bir çok uygulama oradan çıkmıştır- şimdilerde sürekli irtifa kaybediyor..Aynı şey Avrupa için de geçerli..

Verimli olmak için her şey standardize olmalıdır ki üretim mükemmel olsun..Ama çalışanı standardize ederseniz, hepsini salt üretim sürecinin bir aracı olarak görürseniz ve hepsini aynı düşünce tarzına sokup makinalaştırırsanız bugün çok parlak sonuçlar alırsınız ama yarın kapıya kilit asarsınız..Hatta dünyada birbirinin tıpatıp aynısı - ikizlerden başka-  insan bulamazken ve her insan kendi içinde bir dünya, bir kainat taşırken onları aynı ürünlermiş gibi ele almanın sakat  sonucudur bu tablo..

Ki verimliliğin kendisi bile bir inovasyonun sonucudur. Mükemmel düzeyde üretmek demek, geçmişte, başlangıç noktasından şu anki düzeye, sürekli iyileştirmeler yoluyla gelindiğini gösterir. İnovasyon durduysa verimlilikte duracaktır. Verimliliği artırmaya götüren süreçte bir inovasyon sürecidir.

İnovasyonu sadece üretim bantları için düşünürseniz bu da bir şeydir ama yetmez.. Çünkü ürettiğiniz ürünü başkası başka bir biçimde farklılaştırmayacağının garantisi yok..Başkasının İphone piyasaya süreceğini nerden bileceksiniz. Bilseniz, siz de o ürüne odaklanmaz mıydınız?

İnovasyonun keskin sonucu, yaşamı köklü bir biçimde değiştiren ürünlerdir. Küçük iyileştirmelerin büyük birikimidir. Bazen de aniden topraktan fışkıran bir yaratıcı düşüncedir..

Tüm inovatif çabalarınıza karşılık kesin sizin firmanızdan da büyük bir keşif çıkacak diye bir garanti yok..Ama bilmemiz gereken, doğa her sene kendini nasıl yeniliyorsa, bizim de eskimemek için yenilenmemiz gerektiği..İlla yeni bir ürün sunmamız gerekmiyor..İş yapış tarzımızın, kurum kültürümüzün, organizasyon anlayışımızın, pazarlama anlayışımızın vb sürekli yenilenmesi gerektiğinin farkında olmalıyız...Sürdürülebilir olmak için süreçlerimizin de sürdürülebilir olması gerekir..Onun sihirli anahtarı da inovasyondur.

Dünya, insanoğlunun ilk ayak bastığı gün kadar taze.. Doğanın son hali belki elli milyon yıldan daha eskidir ama çıkın dışarı, hala ilk günki gibi taptaze olduğunu görün..Doğa inovasyonu kesintisiz sürdürür.. Bunu otomatikman yapar çünkü yenilenmenin bir seçim değil, var olmak ve sürdürülebilir olmak için bir zorunluluk olduğunu bilir. 

İster toplum, ister kurum bazında, kültürel yozlaşma, yaratıcı düşünceyi köreltir..Yeni bir arayışa gerek duymaz..Var olana odaklanır sadece..Bu kültürel çürüme, önüne geçilmezse, zaman sonra her yeniliği yok etmeyi de kendine görev addedecektir. Son üç yüzyılında Türk toplumunun düştüğü durumda bu idi, ta ki birileri(**) gelip o çürümeyi keskin bir şekilde, devrimlerle durdurana kadar..

Üzerinde durduğunuz kültür sürekli devinir. Ya iyiye doğru ötelenir ya yozlaşmaya doğru..Yozlaşmanın önüne geçmek için kültürünüzde o yenilenme ruhunu her zaman canlı tutmalısınız..İnsana dayanmayan hiçbir model, onu önemsemeyen, onu bir üretim aracı olarak algılayan hiçbir kültür inovasyon yapamaz. Çalışanımız derken en alt rütbedeki çalışanla en üst seviyedeki çalışanın sonuçta insan olduğunu bilen ve hepsini sarmalayan bir kurum kültürü inşa etmelisiniz. Düşük profilli çalışan, ast diye onun ne düşündüğüne, ne söylediğine kulak vermezseniz yeni fikirler bekleyemezsiniz. Çünkü rol olarak da astın astı, üstün üstü vardır.

***
Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum,  üzüntülüyken, kederli düşüncelere gömüldüğümüzde yere bakarız..Bazen kurulup bir sandalyeye, bir elimizi şakağımıza yaslayarak yere bakarız..Bazen başımızı iki elimizin arasına alıp kara kara düşünürken yere bakarız.. Karamsar düşünceler insanın başını öne eğer.. Ama hayaller kurarken aynı sandalyede, yine şakağımızda elimiz, bu sefer ufka bakarız..Karşıya bakarız..Hatta yıldızları seyretmek isteyen bile uzanır yere ve yıldızları alır karşısına..Çünkü yeni yerlere varmak isteyen karşıya bakar, ileriye, ilerideki ufka bakar..Çünkü ufuk, umuttur...


Ufku köy olan biri, dereleri, tepeleri;  ufku şehir olan sokakları, caddeleri;  ufku dünya olan dağları, denizleri;  ufku kainat olan gezegenleri, evreni keşfe çıkar...

Sadece düşmekten korkarken önümüze bakarız ..Yeni yerlere varmak isterken ufka bakarız.

İnovasyon, yeni ufuklara, kendi ufkuna  yürüyenlerin meselesidir..Sürekli düşmekten korkup sürekli yere bakanların değil..''Hala bıraktığım yerdesiniz'' denilenlerin değil..

Hele de  ufku yeni bir koltuk, derdi yeni bir  makam  olanların veya her an koltuğu kaptırabilirim paranoyası olanların hiç değil..Çünkü ufku bu olanlar,  başkalarının ayağını nasıl kaydırırım derdine düşer, yeni dedikoduları keşfe çıkar..Haliyle inovasyonları da başkalarının arkasından çıkardıkları lafları olur..İnovasyon da böylece bir olgu olmaktan çıkıp laf olur..

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*)"Ne zaman bu şehre gelecek olsam, içimde bir heyecan duyarım. Hz.Mevlâna, düşünceleriyle benliğimi sarar. O, çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçidir. Mevlâna, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatör."
(**) Mustafa Kemal ATATÜRK

22 Haziran 2012 Cuma

Yeni Dünya Düzeni Ve Türkiye...

Yeni Dünya Düzeninin Arefesinde...

Birçok meselenin veya yeni şekillenen herhangi bir dinamiğin evveliyatı olduğundan meselelere tarihi perspektifden bakmanın daha doğru analiz olduğu söylenir. Fakat bu perspektif, on bin yıl mı olmalı, üç asır mı, son elli yıl mı? İnsan doğası ve ihtirasları için, bence, onbin yıla, güç dengeleri ve milletler mücadelesine ise hem kısa hem uzun geçmişten bakmak gerekecektir. Son 30 yıldaki uygarlık düzeyindeki değişim, geçmiş bazı bin yıllardaki değişiminden çok daha fazladır. Yani bu yüzyılda bir ''on yıl'', geçmiş çağların ''bir yüzyıl''ından daha büyük değişim içermektedir.. Milletler mücadelesine hala birçok analist, ya çok kısa zaman dilimden ya çok uzun perpektiften bakmaktadır. Tek zaman diliminden bakmak,  hatalı bir yaklaşım olacaktır. Mesela M.Ö. 500 ile M.S. 500 arasında teknolojinin  ve uygarlığın düzeyinde çok az bir ilerleme vardır ..M.S. 500 ile M.S. 1500 arasında da bu böyledir. Fakat 1900 senesi ile 2000 senesi arasında muazzam fark vardır. 1700 ile 1900'lü yıllar arasında da böyle..Yani yakın zamandaki yüzyıllık bir zaman dilimindeki değişim, geçmişteki bin yıldan daha büyük farklar içermektedir. Binlerce yıl boyunca korunan kimi kimliklerin veya dillerin son 50 yıl gibi bir peryotta unutulur hale gelmesi bu nedenledir. Tarih tekerrürden ibarettir tezi yeni dinamikler nedeniyle birçok konuda artık tekerrür etmeyecektir..Endüstri devrimi tarihin akışını komple değiştirmiştir.Teknoloji ve iletişim çağı, kültürel asimilasyonu anormal düzeyde hızlandırmış ve 1789 fransız devrimiyle başlayan milli kimlikleri elde etme hırsının, nüfus olarak az olan toplumlarda, etnisitelerde, milletlerde zayıflayacağını ve bu şekilde bağımsız olmuş milletlerin bile  hızlı bir erime sürecine gireceği dönemdeyiz. Yani kendi kimliğini oluşturmak için mücadele veren kimi toplumların artık kendi kimliklerini, kendi elleriyle teslim edeceği ve kendi kimliklerini çağın gereği olarak kendi rızalarıyla terkedeceği bir döneme girmiş bulunmaktayız. Bu notu buraya düşmemin nedeni yazının devamında kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Dünyamızı Değiştiren Yeni Dinamikler
Yeni dönemde farklı coğrafyalarda farklı oluşumlar gözlenecektir. Refah seviyesi yüksek toplumlar ile fakir toplumlarda farklı dinamikler etkin olacaktır. Zenginleşen toplumlarda konsolidasyon, fakir devletlerde balkanlaşma gibi..

1- Teknolojinin el değiştirmesi ve gelişmiş ülkelerin tekelinden yeni gelişmekte olan ve belli ölçeğin üzerindeki ekonomilere transferi
2-Yeni güç merkezleri
3-Kültürel asimilasyonun anormal düzeyde hızlanması, yerel kimlik sayısında azalma ve ortak kültür havuzlarının oluşumu
4- Başarısız devletler
5-Toplumsal bağlar zayıflarken şiddet içeren ideolojilerin taraftarında artış; terörün her ülkede görülebilecek kadar yaygınlaşması, sıradan hale gelmesi ve toplumların veya devletlerin birbirine karşı silah gibi kullanması

Yeni Dünya

1- Ekonomik krizler
  • 2008 Krizi ile açığa çıkan gelişmiş ülkelerin üstü örtülü zayıflıkları, gelişmiş ülkeler için endişe kaynağı olmaya devam ederken gelişmekte olan ülkelerin kendilerine özgüvenlerini ve cesaretlerini artırmıştır. Dünya düzenini batılı ülkelerin tek taraflı belirleme dönemi sona ermiştir. Gelişmekte olan ülkeler de artık dünya düzeninin konuşulduğu masada kendilerine sandalye istemektedir. Gelişmiş ülkelerin bu rol paylaşımını kabul edip etmeyeceği veya yeni dünyaya ne kadar hazır oldukları belli değildir. Batı ülkelerinin cazibe merkezi olmaktan çıkışı, zayıflayan ekonomilerine paralel soft-power-diğer ülkeleri kültürel ve sosyal olarak etkileme kabiliyetlerinin azalması , ekonomik kriz nedeniyle askeri güçlerinde azalma ve kendi politikalarını dikte ettirememeleri nedeniyle yeni düzen, ABD ve gelişmekte olan yeni güç merkezleri arasında belirlenecektir.
  • Batılı güçler içine düştükleri ekonomik kriz nedeniyle dikkatlerini kendilerine yöneltmiş olduklarından dış dünya ile eskisi kadar ilgili değiller, dış politika kendi gündemlerinde eskisi kadar önem arzetmemektedir ve diğer ülkelerdeki meseleleri şekillendirme veya düzenleme konusunda istekli değillerdir.
  • Uzun süren ekonomik krizler ve buna bağlı olarak toplumlar üzerinde artan stres, kitlelerde umutsuzluk vb negatif etkiler, bireyleri şiddete daha eğilimli hale getirmekte ve böyle dönemlerde ekstrem politik hareketler daha rahat taraftar bulabilmektedir. Böyle kitleleri kütlesel şiddet eylemlerine, savaş vb durumlara ikna etmek daha kolaydır.
  • Gelişmekte olan ülkelerin 1990'lardan beri artan ekonomik güçlerine paralel olarak çevrelerinde etki alanlarını genişletme arzuları artmıştır. Yakın gelecekte batı güçlerinin nüfuz alanları ile gelişmekte olan güç merkezleri arasında kapışma kaçınılmaz hale gelecektir.

2-Kutuplaşma

ABD-AB-İsrail-Hindistan-Japonya-G.Kore-S.Arabistan-(Türkiye)../..Rusya-Çin-İran-Irak-K.Kore-Pakistan
Kutuplaşma, yeni güç merkezlerinin doğuşu ve beraberinde yeni aktörlerin eski düzenin değişmesini istemesi neticesinde çıkan bir süreçtir.  Yeni güç merkezlerinin isteğine eski güçler çoğunlukla karşı çıkacaklar, kendi çıkarlarının sürekli olmasını arzu edeceklerdir. Yeni güç merkezleri, kendi aralarında da güç çatışması yaşayacaklardır. Global güç olarak hiçbir ülkenin tek başına karar verip, tek başına hareket etme yeteneği olmayacağından çıkarları paralel olanlar ile zıt olanlar ayrı ayrı gruplaşacaklardır. Yeni grupların güç gösterisine sahne olarak da çoğunlukla yerel çatışmalar olacaktır. Doğal olarak, çözülmesi mümkün çatışmalar bile çözülemeyecek hale gelecektir. Öte yandan bu ülkeler, yeni yerel çatışmaların oluşumunu da teşvik edecek, yeni sorun alanları da yaratacaklardır. Böylelikle, yerel aktörlerin de katılımı ile kutuplaşma daha fazla aktörü de içerecek şekilde daha geniş alanlara yayılacaktır. 
Büyük güçler ayrışırken küçük ülkeler de giderek bu iki kutup arasında bir gruba dahil olmaktadır. Azerbaycan birinci gruba , Ermenistan ikinci gruba  gibi.
  • Kutuplaşmayı artıran, yaygınlaştıran, besleyen, katalizörü olan ve çözülmesini zorlaştıran en önemli etken, iki ülke arasındaki ihtilafta üçüncü ülkenin sadece biri ile ortak paydada buluşuyor olmasıdır. Yani üçüncü ülkelerin de çatışmalı ülkelerin biri ile çıkarı örtüşüyor hale gelmiş olmasıdır. Bu nedenle büyük güçler uzlaşma sağlamak yerine birine taraf olacaklardır. Geçmiş yüzyılda da yerel çatışmalarda çatışmalı durumdaki aktörler ile büyük güçlerin çıkarları üst üste gelmişse çok hızlı bir kutuplaşma yaşanmış ve çatışan aktörler kendilerine çok rahat taraftar ülkeler bulmuştur. Yani çatışmanın dışındaki aktörler çatışmalı tarafların uzlaşmasından değil kendi çıkarı ile örtüşenin tarafında olacağı ve çatışmaların dolaylı olarak içinde olacağıdır..Böylece yerel çatışmalar bile yerellikten çıkıp global güç çatışmasının dolaylı kapışma alanlarını oluşturacaktır. Örnek olarak Karabağ meselesi nedeniyle Azerbaycan-Ermenistan çatışmasına bakalım...Güney Azerbaycan nedeniyle İran ile Azerbaycan ilşkileri iyi değildir, bu nedenle İran Ermenistan'ı desteklemektedir. İran, gelişen Türkiye'nin ve Türkiye ile ilintili pan-Turkizm akımının Orta Asya kuşağı ile Güney Azerbaycan-Kuzey Azerbaycan üzerinde etkili olacağını düşünmekte, Türkiye'nin bölge üzerindeki nüfuz artışından endişe etmekte ve tampon bölge olarak Ermenistan'ın korunması gerektiğini düşünmektedir. Bu nedenle de Ermenistan'a destek vermektedir. Ermenistan ise kendisi ile ilgili birebir olmasa da başka ülkelerin çıkar çatışması nedeniyle otomatikman kendisine destekçi bulmaktadır. Aynı durum Rusya için de geçerlidir. Rusya'da Türkiye ile igili endişeleri ve kafkasyayı kontrol edebilmek için hem tampon bölge olarak hem üs olarak Ermenistan'ın korunması gerektiğini düşünmektedir. Yani büyük güçlerin çıkarları ile yerel çatışmalı aktörlerin çıkarı örtüşmekte ve taraf olma eğilimi artmaktadır. Diğer yandan İsrail, İran endişesi nedeniyle İran'a karşı Azerbaycan'ı desteklemektedir. Türkiye, hem Azerbaycan Türkleri ile milli bağları olması, Rusya ile kafkasya da nüfuz mücadelesi vermesi nedeniyle Azerbaycan'a destek olmaktadır. Avrupa'nın ve ABD'nin enerji arz güvenliği , Rusya ve İran ile ilgili endişeler bu ülkelerinde  önümüzdeki yıllarda Azerbaycan'dan yana tavır almalarını gerektirecektir. Böylece yerel çatışmalar büyük güçlerin dolaylı çatışma alanı haline gelmekte ve küçük ülkeler bir grup içine dahil olmakta, kutuplaşma artmaktadır. Halbuki normal dönemlerde çatışmalı iki ülkenin iyi ilişkiler içerisinde oldukları ya ortak dost ülkeler oluyor yada çatışmalı taraflardan birinin dostu, diğerinin dostunun dostu konumunda oluyor ve bu aktörler bu tür çatışmalarda uzlaşmacı tavır takınıyor  ve kutuplaşmaya yol açmıyorlardı..Kutuplaşmanın hızlanıp dünya savaşına yol açtığı dönemlerde ise çatışmalı ülkelerin dostları da zaten kendi aralarında kavgalı olduğundan onlar da bu çatışmalara taraf olmaktadır. Şu an böyle bir evredeyiz...Global veya bölgesel blok oluşturmak, on yıl öncesine göre daha kolay hale gelmiştir.
  • Büyük güçler arasında her geçen gün artan tansiyon, bu ülkelerin rakip ülkeleri zayıflatmak için kullandıkları indirek enstrümanları ve üstü kapalı politikaları giderek üstü açık hale gelmekte ve düşmanca politikalar görünür halde icra edilmektedir. Dolaylı düşmanca politikalar, direk  ve aşikar politikalara dönüşmektedir... Bu durum ülkeler arasında uzlaşı kanallarını kapatırken gerilimi artırmakta, öfke ve tepkiye dayalı politikaları öne çıkarmaktadır.
  • Yeni dönemin ana çatışma alanları Ortadoğu, Kafkaslar ve Afrika olacaktır. Büyük güçlerin direk yüzleşme alanları Uzakdoğu Asya ve Ortadoğu olacaktır. (Ekonomik olarak afrika ekonomilerinin gelişimi önümüzdeki on yılda daha da hızlanacaktır. Afrika kıtası, bir taraftan hızlanan ekonomik büyümeleri, bir taraftan artan etnik, mezhep vb çatışmaların yeraldığı paradoksal bir süreçte göreceğiz.Yani bir tarafta 150 milyon nüfusu ile Nijerya, 80 milyon nüfusu ile Etyopya, 40 milyon nüfusu ile Kenya, 50 milyon nüfusu ile G.Afrika, 80 milyon nüfusu ile Mısır, Afrika kıtasının önemli aktörleri haline gelecek , diğer yandan kıtanın nüfusça az veya kültürel olarak harmoni sağlayamayan toplumları da yerel çatışma haberleri ile gündemi oluşturacaklardır. Afrika kıtasının efektif kullanılmayan kaynakları ve bazı ülkelerde nisbi olarak sağlanacak barış ortamı yabancı yatırımları artıracak ve bu ülkelelerde ekonomik gelişim hızlanacaktır. Daha sonra değineceğim gibi etnisitelerin milli kimlik vb davası nedeniyle ortaya çıkan çatışmalar artık zengin ülkelerde ortaya çıkmayacak, fakir ülkelerde ortaya çıkacaktır. Yani fakir zenginden ayrılmayacak, fakir fakirden ayrılmak isteyecektir. Güttükleri davada esasında milli kimlik değil, fakir oldukları için bir umut olarak veya diğerini suçlamalarından ötürü ortaya çıkacak ve isim olarak milli kimlik mücadelesi gibi gözükecektir. Afrika'nın yeni aktörleri eski emperyalistlerin Afrikadaki nüfuzunu azaltma ve kendi hinterlandlarını oluşturmak isteyeceklerdir.
  • Sanayi devriminden sonra endüstrileşen toplumların artan pazar ihtiyacı kolonileşme dönemini tetiklemişti. Pazar ihtiyacı, hammadde temininden daha baskın idi. Yeni dönemde ticaret ve pazarlar global hale geldi. Artık pazara ulaşma değil, hammaddeye ulaşma daha kritik hale gelmiştir. Bu nedenle yeni dönemde ham madde kaynağı bol ülkeleri kolonileştirme çabaları öne çıkacaktır. Yani bu dönemde ham madde temini, pazar elde etmeden daha baskın hale gelecektir. Bu durum büyük güçlerin Orta Asya ülkeleri, Afrika ülkeleri veya Moğolistan gibi ülkeler üzerinde nüfuz hakimiyeti sağlama iştahını artıracak ve küresel tansiyonu artıracaktır.                                                                                     
3- Balkanlaşma

Milletler çağının başlaması ile beraber her etnisitenin, yerel toplulukların, aşiret yapısındaki kavimlerin vb. millet olma ve milli kimlik oluşturma ve buna bağlı olarak milli devlet oluşturma çabası iç içe geçmiş toplumlarda şiddetli iç savaşlara yol açmıştı. Endüstrileşmekte olan büyük güçlerin pazar arayışı ve sömürgeleştirme politikaları nedeniyle kendi aralarında zaten bir küresel nüfuz mücadelesi verilmekteydi. Dolaysıyla bu büyük güçler, kendi rekabetlerini yerel aktörler üzerinden dolaylı bir mücadeleye çevirmişlerdi ve bu durumu dünya harbine giden bir süreç takip etmişti.  

Milletlerin çağının en önemli parametresi milli gururdu. Yani bağımsız bir toplum olmak, zengin ve refah içinde olmaktan daha önemliydi. Zaten bağımsız olunca doğal olarakta zengin toplumlar olunacağı düşünülüyordu. Yani milli kimlik ve bağımsız devlet mücadelesi zenginleşmek için değil, dış güçlerden esinlendikleri milli gurur içindi. Balkanlaşmaya giden bölük pörçük devlet yapıları da böyle ortaya çıkmıştı. 

Fakat şu anki yeni düzen artık küçük devletlerin ve nüfusça az olan toplumların bağımsız yaşama dönemini sona erdirmiştir. Şöyleki nüfusça az ve coğrafyası küçük  topluluklar veya devletler bağımsız kalırlarsa fakir kalacaklardır. Zengin olmak içinse bir bütünün parçası haline gelip milli kimliklerini feda edeceklerdir. Aynı anda hem bağımsız hem zengin olma dönemi küçük ekonomik ölçekli toplumlar veya devletler için mümkün değildir. 

Bu dönemde devlet kurmak kolay, yaşatmak daha zor hale gelmiştir. (Bu durumu ilerde daha detaylandıracağım)

Globalleşmenin ve Kültürel asimilasyonun hızlandığı dönemde konsolidasyon yerine balkanlaşma niye artmaktadır ?

Esasında bir büyük ve zengin devletin etrafında yer alanlar, zenginleşme isteği öne çıktıkça büyük güce tabi olmakta ve konsolidasyon artmaktadır. Fakat bir büyük ve fakir devletin veya başarısız devletin çatısı altındaki farklı etnisiteler zenginleşemedikleri için ayrılmayı tercih edeceklerdir. Yani dünyada hem konsolidasyon hem balkanlaşma farklı coğrafyalarda beraber yürümektedir. Zenginleşen ülkeler etrafında konsolidasyon, fakir ülkeler etrafında ise balkanlaşma öne çıkacaktır.

Şu anki balkanlaşmanın esas itici gücü 1800'lerdeki ''milli kimlik'' olgusu değildir. 2000'lerdeki etken olgu, zengin yaşama olgusudur. İkinci dünya savaşından sonra bağımsız devlet sayısı hızla yükselmişti. Fakat bu kurulan yeni ülkelerin ve devletlerin bir çoğu halklarına refah getirmemiştir. Irak, Suriye,Ürdün, Libya, veya diğer Afrika, Uzak doğu ülkeleri.. Irak, 400 sene huzur içinde yaşamaktayken son yüzyılın en çatışmalı alanlarından biri haline gelmiştir. Petrolü olmasına rağmen halkına refah sağlayamamıştır. Böyle olunca da ülke içindeki farklı kimlikler, aynı çatı altında zenginleşemeyince ayrı devlet olma iç güdüsüne sarılacaklardır. 

Sınırların batılı güçlerce cetvelle çizilmiş ve aynı etnisitenin farklı ülke topraklarında kalmış olması çatışmaları artıran bir unsur olarak sürekli lanse edilse de ve geçmişte bu tez ana tez olarak ileri sürülse de, bence, bu dönemdeki çatışmaların esas itici faktörü bu etnisitelerin  zengin ve refah toplumu haline gelememeleri ve ait oldukları devletlerden memnun olmamalarıdır. Bu durum  ayrı devlet kurma isteğini artırmakta ve bunu gerçekleştirebilmek için de diğer devlette kalan etnisite ile birleşme isteğine yönelmektedirler. 

Bugünki balkanlaşma süreci, fakir devletlerde, gelişememiş ülkelerde veya gelişemeyen ülkelerde ortaya çıkacaktır. Halbuki geçen yüzyılda , zengin devletler içindeki zengin etniseteler bile milli gururu oluşturmak için bağımsızlık mücadelesi vermekteydi.

Afrika, Ortadoğu ve Uzak doğu da bazı ülkeleri balkanlaşmaya iten sebep bu olacaktır. Öte taraftan fakir ülkelerden ayrılıp bağımsız devlet olanlarda ölçek ekonomisinin küçük olması nedeniyle fakir kalmaya devam edecektir. 

Kültürel Asimilasyon ve Başarısız Devletler...

Arap baharı, Arap devletlerinin bir çoğunun başarısız devletler olması ve halkına refah getiremediklerinden ortaya çıkmış bir olgudur. Arap baharı, kitlelerin demokrasinin erdemine ulaşmaktaki iştahlarından ziyade mevcut düzenin toplumu zenginleştiremediğinden ortaya çıkmış bulunmaktadır. Başarısız devletler, şu an için Irak gibi, ülkeler olsa da yakın gelecekte ölçek ekonomisinin küçük olması nedeniyle geçmişte  bağımsız veya yarı bağımsız olduğu için mutlu olan ülkelerin veya devletlerin de başarısız ülkeler kategorisine gireceklerini düşünüyorum. Bu tür ülkeler, Avrupa'daki İsviçre gibi hem kendisi hem çevresi zengin ve endüstrileşmesini tamamlamış ülkeler değidir. Bu tür ülkeler, örnek vermek gerekirse, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Kırgızistan veya K.Iraktaki Kürt federasyonu gibi ülkeler olacaktır...

1- Ülke küçük olduğu için iç pazar büyük değildir. Bu tür ülkeler fakir olmaları veya ekonomilerinin küçük olmaları nedeniyle ağır endüstriler, büyük işletmeler tarafından tercih edilmezler. Bu tür iş alanları açmak için de ülkenin sermaye birikimi veya devletin bütçesi yoktur. Ülke için gereken altyapı, demiryolları, karayolları yapmak için yeterince kaynağı yoktur. Ekonomisi büyük olmadığından, gelişmiş olmadığından devlet bütçesi de küçüktür. Bu tür ülkeler, nitelikli iş gücü üreterek ve eğitim sistemini geliştirerek bilgisayar yazılımı gibi sermayeden çok Know-How gerektiren işlere yönelerek bu dezavantajarını gidermek isteyeceklerdir. Bunun için de iyi düzeyde ve akademik kadrosu güçlü eğitim kurumlarına ve üniversitelere ihtiyaç vardır. Hali hazırda yetişmiş kadroları olmadığından yurt dışından uzman getirmek gerekecek ve bu çapta eğitim kurumlarını kurmak ve  güncel tutmak için de  büyük ödenekler gerekecektir. Diyelimki ülke bunu da fedekarlık yaparak finanse etti. Kendisinin global çapta şirketi olmadığından mezunlarını global şirketlerin hizmetine sunacak ve ülke onlara çalışıyor olacaktır... Yine bu ülkelerde sanayi vb olmadığından iyi düzeyde mühendis yetiştirmekte olanaksızdır. Çünkü endüstri ile eğitim kurumları birbirini besleyen kaynaklardır. Ve her ikisi de bazen bağımsız bazen beraber bilgi üretir. Biri olmadan tek bir kaynaktan sürekli bilgi üretmek mümkün değildir. Ülkenin bütçesi olmadığından mesela uzay teknolojisi olmayacaktır. Böyle ülkelerin bir çelik sanayisi, makina sanayisi olmadığından bir teknoloji üretim merkezine dönüşmeleri olanaksızdır. Teknoloji üretebilmek için aynı yerde kullanıcıları veya bu tür merkezlerden talebi olan kurumlara ihtiyaç vardır. Bu ülkelerin büyük laboratuvarlar kurması ve eğitim sisteminide büyük ülkeler düzeyine çıkarması olanaksızdır. Sadece sosyal dallarda eğitim vermekte ülke ekonomisini kalkındırmayacaktır.

2- Bu ülkelerin zeki çocukları, daha iyi eğitim almak için gelişmiş ülkeleri tercih edecektir. Eğitim aldıktan sonra da hem zekalarına ve becerilerine hem de aldıkları eğitime uygun işlerde çalışmak isteyecek, fakat kendi ülkelerinde bu tür firmalar olmadığından ya gittikleri ülkede, ya global şirketlerde, ya yakın coğrafyadaki büyük devletlerin firmalarında çalışmak zorunda kalacaklardır. Yani küçük ülkelerin beyin göçüne engel olmaları imkansızdır.

3- Teknolojinin ulaştığı düzey itibariyle üst düzey teknolojiler çok pahalı hale gelmektedir. Uzay ve uydu teknolojisine, genetik, malzeme, robotik ve nanoteknoloji  vb. teknolojilere  bu tür ülkelerin yatırım olanakları olmadığından bu ülkeler endüstrileşme de geri kalacaktır. Diğer yandan savunma teknolojilerinin de pahalı ekipmanlara dönüşmesi, bu tür ekipmanların uydu teknolojisi, malzeme teknolojisi, genetik bilim, robotik teknolojiler vb dallarla ortak çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkması ile bu ülkelerin bu teknolojiyi ne üretme ne satın alma imkanı olmayacaktır. Örneğin yeni nesil savaş uçağı F-35'lerin bir adetinin 130-150 milyon $ olduğu düşünülürse bu ülkeler bu ekipmanlardan ne kadar alabilecektir? Üst düzey savunma teknolojisine ulaşamayınca da  bu sefer bu ülkelerin savunması zayıf kalacaktır. Dolaysıyla kendi savunmaları için bile bir büyük güce yaslanmaya gereksinim duyacak ve bağımsızlıklarından ödün vereceklerdir. 

4- Ülkelerin küçük olması nedeniyle bu ülkelerin, toplumsal etkileri yüksek TV, sinema vb. gibi sahalara büyük bütçeler ayırmaları olanaksızdır.Bu tür görsellerin dışarıdan ithal edilmesi halinde ise kendi Tvlerinde bile sürekli başka ülkelerin kültürel etkilerine maruz kalacaklardır. Bu durum da diğer ülkelerin kültürel ve yaşam biçimlerine benzeşimi artıracaktır. 

5- Ülke ekonomisi küçük olduğundan ve birçok ürünü de üretemediğinden başka bir büyük ekonomiyle ticari etkileşim artacaktır. Ticarette bile o büyük ülkenin dili kullanılmaya başlayacak ve bireyler için de gelecek için en önemli olgulardan biri,  ticaret yapılan o büyük ülkenin dilini öğrenmek olacaktır.

Zaman sonra bu ülkelerde, yakın coğrafyadaki kendinden çok büyük ülkelerin kültürü, kendi kültürlerine baskın olmaya başlayacaktır. Bu ülkeler zenginleşebilmek için ya bir büyük ülkenin hinterlandı veya nüfuz alanı olacak, böylece bağımsızlığından ödün verecek, ya fakir olmayı tercih edip güçsüz kalacağı içinde daha uzun zaman diliminde sıkıntı çekerek eriyecektir.

Kültürel Asimilasyona yol açan global nedenler

Dünyada her 14 günde bir yerel dilin unutulduğunu biliyoruz...Binlerce yıl boyunca korunmuş bu yerel dillerin birdenbire bu kadar çabuk tükenmesini neye bağlamak gerekir?

Son yüzyıl öncesine kadar, yeryüzünde iletişim ve ulaşım bu kadar yaygın değildi. Dolaysıyla birçok kültür ve topluluk dış dünya ile çok az etkileşim içinde bulunuyordu. Dağlık veya çöllük coğrafyalarda kabilelerin, dış dünyadan izole yaşam tarzı nedeniyle başka kültürlerle etkileşimleri azdı ve bu nedenle kimliklerini koruyabiliyorlardı. Sanayi çağının başlaması ve ardından globalleşmenin hızlanması, kültürel etkileşimin hızlanması neticesinde yerel kültürler başka kültürlerin şimdi çok daha geniş ölçüde etkisinde kalmaktadır. Etkileşim içinde olunan kültür, daha geniş, yaygın ve gücü veya zenginliği temsil eden topluluğun ise bu kültür yerel kültürlere baskın çıkıyor ve yerel unsurlarında yeni kültürü olarak ortaya çıkıyor.

Endüstrileşme ve buna bağlı olarak şehirleşme ve kırsaldan sanayi bölgelerine yoğun göç, bu kültürlerle etkileşimi olağan üstü artırmıştır. Yeni yerleşilen bölgede çoğunluk baskın kültürün unsurları ise, ilk göç eden kuşak kendi dili ve kimliğini fanatik derecede korumak istese de günlük hayatta baskın kültürün hakim olması, sonraki kuşakların göç edilen yerde büyümesi, çocukluktan yetişkinliğe kadar diğer kültürde büyümesi, farklı kültürler arasındaki kız alıp vermeler vb faktörler ile üç veya dört kuşak sonra yerel kimlik kaybedilmektedir. Bu durum doğanın bir yasası olup Mısır'daki iki asır önceki Türk unsurların Araplaşması gibi Türkiye'ye göç eden Çerkezlerin de Türkleşmesi doğal bir durumdur.

İletişim çağı ile evlerdeki TV'lerin ister istemez baskın kültüre ait görseller yayımlaması, kültürel asimilasyonu hızlandırmıştır. (çünkü baskın olan kültüre ait yayımcılar çoğunlukla ülkedeki hakim dile yönelik TV serileri, diziler vb yayınlayacağından en ücra yerleşim yerlerinde bile o dili öğrenme ve o kültürü tanıma artacaktır.)

Merkezi eğitimin resmi dil ile yapılıyor olması veya daha iyi şartlarda iş bulmak isteyenlerin o dili bilmek zorunda olması veya daha iyi eğitim için daha büyük şehirlere gidilmesi, iş imkanı için de endüstrileşmiş şehirlere göç, ister istemez kültürel asimilasyonu yoğun hale getirmektedir.

Bu nedenle ''geçmiş bin yılda erimeyen kimlikler şimdi 20-30 yılda mı eriyecek, bin yıl boyunca korunan kimlikler yine kendilerini korur'' tezi bu nedenle geçersizdir. Geçmişte birçok yerel kimlik korunmuştu çünkü geçmişte toplumlar arası kültürel etkileşim çok azdı. Hatta eski devirlerde çok yakın mesafede yaşadığı halde birbirinin dillerini bilmeyen çok kavim vardı..O devirlerde turizm, kütlesel mal-ürün üretimi ve ticareti, tv'ler, yaygın resmi temel eğitim vb gibi kültürel etkileme gücü çok yüksek birçok faktör yoktu. Şimdi ise binlerce mil ötedeki toplumların dilleri ve kültürleri bile öğreniliyor, yaygınlaşıyor..Bu çağın oluşturduğu dinamiklerin 20 yıllık etkileme düzeyi, çok eski çağların bin yılından daha etkilidir. Geçmiş yüzyıllarda hakim unsurlar, bu tarz bir kimlik asimilasyonunu ancak askeri güçle gerçekleştirmeye çalışmış ve çoğunlukla başarısız olmuştur. Çünkü topluluklara bu kimliği bırakın dediğinizde yerine ne koyacağını o topluluklar bilemeyecektir, çünkü geçilmesi istenen kültürle etkileşim içinde değillerdir ve diğer kültürü tanımıyorlardır.  Bu yüzden eski kimliklerini birçoğu bırakmamıştır.  Şimdi ise durum tamamen farklıdır.

Dünyanın her yerinde görülen şu anki kültürel asimilasyon globalleşmenin ve iletişim çağının doğal bir sonucudur ve yerel kimliklerin unutulması hızlanacaktır. Farklı kimliklerin zenginlik olarak addedilen birçok kültürel değeri de zaten baskın kültürlere ait olmaya başlayacak, böylece farklılık gibi unsurlar da ortadan kalkacaktır. Yani Urfa lahmacunu , İstanbul mutfağının bir parçası haline gelirken Bursa Beytisi de Hakkari mutfağında pişecek ve iki mutfak kültürü de birleşecektir gibi.


Buradan hareketle Türkiye'de ki kürt meselesine bakalım. Batıya göç etmiş en fanatik kürt milliyetçisinin günlük hayatındaki yaşam biçimi, güneydoğudaki kürt unsurlardan çok daha fazla, göç ettiği yerdeki Türk unsurların yaşam biçimine benzemektedir. Yani kültürel kimlik olarak farklılığı, çoğunlukla kullanmadığı Kürtçe (çünkü yeni yerleştiği yerde Kürtçe yerine Türkçe yaygındır) ve farklı ırktan geldim bilincidir. Onun haricinde her yönü ile Türkleşmiştir. Yani en fanatik olanın bile günlük yaşantısını ve davranış biçimini tamamen Türk kültürü üzerine bina ettiğini görmek bu yüzden şaşırtıcı değildir. Sadece sorulduğunda sözlü olarak kendi kimliğini korumakta ama fiiliyatta Türkleşmiş durumdadır. Kendisi kimliğini ısrarla korumaya çalışsa bile kendisinden sonraki kuşaklar bu kimliklerini koruyamayacaklardır. Başka bir örnek, Türkler hristiyan olsa idi, Almanya'ya göç eden Türkler de bir yüzyıldan kısa zaman diliminde ister istemez almanlaşacaktı. Mevcut durumda da, din haricinde Almanya'daki Türklerinde yaşam biçimi Türkiye'den daha çok Almanlara benzeyecektir..Yemekleri, eğlence şekilleri, giyim tarzları.vb (Kültürel asimilasyonu yavaşlatan ve etkisini kısmen azaltan en önemli unsur ise din faktörüdür. Farklı dine mensup azınlıkların erimesi, aynı dine mensup olanlara göre çok daha uzun zaman almaktadır ) 

1980 öncesi Türkiyesinde Anadolu'nun birçok köyünde ilkokul dahi yoktu, Tv yoktu, iç ticaret gelişmemişti ve kara yolu vb ulaşım yoktu. Şimdi Hakkari'nin en ücra köyünde bile Türk televizyonları ve Türk dizileri seyredilmektedir. Yerel unsurlar buna engel olmaya çalışsa bile, günümüzde orta ölçeğin üstündeki birçok ülke bile Amerikan kültürüne ve sinemasına karşı koyamazken, yerel unsurların hem global etkilere hem yakın coğrafyada yaşadığı daha geniş toplulukların kültürel etkilerine engel olmaları mümkün olmayacaktır.. Yeryüzünün diğer yerel kimlikleri gibi Kürt kimliği de eriyecektir. İran'da mevcut düzeninin korunması halinde de 35 milyon civarındaki Güney Azerbaycan Türkleri de eriyecek ve onlarda farslaşacaklardır. Bu durumun istisnası ancak Türkiye'nin cazibe merkezi olması ile bu kitlelerin yönünü Türkiye'ye çevirmesidir veya İran'ın ekonomik olarak gelişememesi veya parçalanmasıdır, aksi durumda İran'da da birçok yerel kimlik eriyecek ve ortak fars kültürü hakim olacaktır.

Yeni dünya düzeninde kimlik mücadeleleri tamamen refah seviyesinin düşük olduğu toplumlarda fakirlik nedeniyle çıkacaktır ve bu  mücadeleler, etnik kimlik, din (secterian), mezhep vb çatışmaları görüntüsünde olacaktır. Yani çatışmaların ana kaynağı etnik veya dini kimlik değil fakirlik kaynaklı olacak, ancak etnisiteler mücadele edebilmek için etnik kimlik, dini değerler vb.gibi unsurları birleştirici unsur olarak, bir araç olarak kullanacaklardır. Ayrı kimlik olgusu amaç değil araç olarak kullanılan bir olgu olacaktır. 

Yeni Dünya Düzeninin Çıktıları

  • Dünyada üst kültür olarak Amerikanın başı çektiği endüstrileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan popüler kültür, dünyanın her yerinde etkin olacak, bir ölçüde her milletin kültüründe yer tutacaktır. Milletlerin birbirine benzemesi artacaktır.
  • Yerel kültürler dendiğinde ilk 20-30 ülkenin kültürü akla gelecek ve diğer kavimlerin, nüfusça az toplulukların vb. kültürleri ise bu kültür havuzlarının içinde eriyerek yok olacaktır.
  • Afrika kıtası , 1990'ların Asya kaplanları gibi, büyük bir atılım ve buna bağlı olarak bir  yatırım fırsatı olarak öne çıkacaktır.
  • Emperyalist ülkelerin kendi dillerini yaymış olmalarından dolayı Afrika vb yerlerde ingilizleşme veya fransızlaşmanın sonucu olarak fransız veya ingiliz ırkı beyaz ırk tanımından çıkacaktır. Örneğin, Afrika'daki unsurlar bile ingiliz kültürünü temsil ediyor olacak, doğal olarakta İngiltere'de milli kimlik, farklı kimliklerin eriyerek oluşturduğu Amerikanvari kimliklere dönüşecektir. Yani AB ülkelerinin de özgün kültürlerini koruma durumu olmayacaktır. Öte yandan Arap coğrafyalarında homojen bir arap kültürü oluşacak ve yerel kavimler ortak üst kültür içinde eriyecektir. Hindistan'da egemen hint kültürü, Çin'de egemen Çin kültürü, ülke içindeki yerel kültürleri eritecek ve kendi içlerinde homojen kültür yaratacaklardır. vb.
  • Küçük ölçekli ekonomiye sahip toplum ve devletler bir bütüne ait olmaya doğru zorlanacak ve bağımsız devlet olgusu ve milli gurur gibi faktörlerin itici gücü azalacaktır.
  • Yeni gelişmekte olan ve nüfusça kalabalık ülkeler güç dengesini değiştirecek, milliyetçilik gibi unsurlar böyle toplumlarda, büyük kültür havuzlarını oluşturan ilk 20 veya 30 ülkede, bu ülkelerin kendi içlerinde oluşturdukları yeni homojen kültürleri temsilen görülecektir. 
  • Dünya, ekonomik büyüklüğü ile ilk 20 veya ilk 30'u oluşturan ülkeler ekseninde şekillenecektir. Bu çaptaki ülkeler, kendi coğrafyalarında veya komşu oldukları yerel toplulukları doğal olarak eriteceklerdir.. 
  • Yeni düzende kutuplaşma ilk 20-30 ülke arasında daha da netleşecektir. Hammade temini ve buna bağlı olarak çıkar mücadelesi kutuplaşmayı artıracaktır.
  • Latin Amerika ülkeleri bir güç merkezi olarak dünya politik arenasında sahne almayacaklar, kendi kıtalarına odaklı ve global güç dengesinden uzakta kalmayı tercih edeceklerdir. Venezuella gibi ülkelerin yer yer çıkışları olsa da bu durum daha çok iktidardaki yöneticilerin politik görüşünden kaynaklanmakta, devlet ve ulus olarak global meselelerin içinde somut varlık gösterme konusunda Latin Amerika toplumlarının kendi  içlerinden gelen bir hırs veya global oyuncu olma arzusu bulunmamaktadır. 
  • Global şirketlerin artık hangi ülkeye ait olduğu tartışmalı hale gelecektir. Global şirketler, devletlerden bağımsız yapılarmış gibi ortaya çıkacaklardır. 
  • Başarısız devlet sayısı artacak, üst düzey teknolojinin daha da pahalı hale gelmesi ile yarıştan kopan ülkelerde toplumsal yeni arayışlar ve doğal olarak huzursuzluk artacaktır.
  • Büyük güçler arasında askeri güç dengesini sağlamak için daha fazla harcama yapılacak, öte yandan AB'nin dünya politikalarında gücü azalmaya devam edecektir.

Türkiye 
  • Türkiye batı ekseni ile beraber hareket etmeye devam edecektir. Son dönemlerde daha bağımsız dış politika güdülse de bu politikalar zamanla tekrar ABD eksenli olmaya dönecektir... Çünkü bölgede ABD ile Türkiye'nin çıkarları çoğunlukla örtüşmeye devam edecektir. Türkiye, Rusya ve İran'ın hedefinde olmaya devam edecek ve çevresindeki birçok ülke tarafından ''Batının Truva atı'' suçlamasına maruz kalacaktır. Özellikle Türkiye'nin, Avrupa'nın Rusya'ya olan bağımlılığını azaltacak alternatif enerji koridorları geliştirmesi, Kafkasya'da artan etkisi, Rusya'ya karşı ABD ile politika üretmesi nedeniyle Türkiye ile Rusya arasında - aralarında kuvvetli ticari bağlar gelişmesine rağmen- çekişme yaşanacaktır
  • Türkiye, İsrail ile ilişkilerini düzeltecektir. Türkiye'nin yeni dönemde dış politikada rakipleri İran ve Rusya olacaktır. 
  • Türkiye, çevresindeki ülkelerden teknoloji ve endüstri düzeyi olarak kopacaktır. Bu nedenle yarışta geride kalan Yunanistan, Bulgaristan vb komşuları ile ihtilafı da azalacaktır. Daha doğrusu diğerlerinin rekabet edebilecek gücü olmayacağından birçok konuda iddialarından vazgeçeceklerdir. 
  • Kıbrıs'da statüko korunacak, adadaki siyasi yapı, mevcut ikili yapı olarak devam edecektir ve AB'nin Türkiye üzerindeki baskılama gücü de azalacağından Kıbrıs, bu hali ile resmi olmasa da fiiliyatta diğer ülkeler tarafından da kabul görecektir. Yunanistan ve G.Kıbrıs Rum kesiminin Türkiye ile rekabet edebilecek durumları olmayacağından onlarda bu durumu kabullenmiş gözükeceklerdir. 
  • Türkiye, Uzakdoğu'da varlık göstermeye başlayacak ve o bölgede Endonezya ile ilişkileri bölgedeki diğer ülkelere göre çok daha hızlı gelişecektir. (Türkiye'nin Afrikadaki gelişmelere yeteri kadar önem vermemesi Türkiye için kayıp olacaktır.)
  • Türkiye çevre ülkeler için bir cazibe merkezi olacak ve kültürel etkileme gücü artacaktır. Yakın coğrafyalarda sayıca az olan müslüman unsurlarda Türkleşme hızlanacaktır.
  • Türkiye'nin yeni çağda siyasi olarak etnik unsurlara bölünmesi giderek zayıflayan bir ihtimal olacaktır, 15-20 yıl sonrasında ise bu ihtimal tamamen ortadan kalkacaktır. Türkiye, ancak fakirleşirse bölünebilir, refah seviyesini yükseltmeye devam ettikçe yerel unsurların entegrasyonu daha da artacaktır.
  • Türkiye'de sünni- alevi gibi bir ayrım giderek azalacaktır. Çünkü zenginleşmenin bir sonucu olarak bireylerin yaşam tarzına, dini referanslar yerine daha fazla amerikanvari yaşam biçimi hakim olacaktır. Toplumlar zenginleştikçe, eğlence, tatil vb. aktiviteler bireylerin yaşamında daha fazla yer tutacak ve dini bağlar zayıflayacaktır. Türkiye'nin artan dış ticareti nedeniyle yabancı kültürlerle daha fazla etkileşimde bulunacak olması, Türkiye'nin turizm ülkesi olması nedeniyle yabancı unsurların yerel unsurlarla kültürel tanışmaları ve artık Türk vatandaşlarının da yabancı ülkelere turist olarak  gidiyor olması, endüstri toplumunun kitlelere dayattığı beraber çalışma-iş hayatında- ve beraber yaşama-şehirleşme- olgusu ve globalleşmenin de etkisiyle Türkiye'de dini bağlar eskisinden daha kuvvetli olmayacaktır. Bu nedenle, Türkiye'de her iki kesimde kendi inanç biçimlerini, eski kuşaklar gibi yoğun olarak yaşamayacağından böyle bir çekişmede kendiliğinden azalacaktır. Diğer bir husus, dış ticaret ve turizmin gelişmesi nedeniyle yabancı kültürler ile daha fazla iletişim, yabancı kültürleri tanıma, ticaret ve beraber iş yapabilmek için karşı tarafa saygı gösterme zorunluluğu vb faktörler toplumları farklı inançlara karşı  daha toleranslı olmaya ve ılıman yaklaşım sergilemeye doğru itmektedir. Toplumun daha toleranslı hale gelmesi, hem kendi içinde hem ülke dışında farklı inançlara ve yorumlara karşı marjinal tutum takınmasını engellemekte ve ötekileştirme gibi negatif davranışları azaltmaktadır. Endüstri toplumlarının bir diğer özelliği olan yurtiçi nüfusun hareketli olması -eğitim, iş vb. nedenlerle yer değiştirmeler, şehirleşme, ticaret vb- nedeniyle her iki kesimin birbirini daha yakından tanıma olanağının artması ve direk iletişim gibi faktörler beraber yaşama kültürüne olumlu katkı sağlayacaktır. Sünnilik veya alevilik, yukarıdaki nedenler ve benzer diğer nedenlerden dolayı ayırıcı bir kimlik olmaktan çıkacaktır. Öte yandan Türkiye'nin Azerbaycan gibi şii Türklerle olan irtibatının artması, Türkiye'yi bu konularda daha dikkatli olmaya itecek ve Türkiye sünni kimliğini ön plana çıkarmaktan daha da uzaklaşacaktır. 
  • Osmanlı benzeri fakat gevşek bir demokratik federasyon oluşumuna talep Türkiye'den değil çevresindeki ülkelerden gelebilecektir. (Fakat Türkiye için çevre ülkeler ile ortak yapıya geçmek Türkiye için zarar, diğerlerine çıkar sağlayacaktır. Irak, Suriye vb ülkeler hiçbir bedel istemeden Türkiye'ye bir il gibi katılmak isteseler bile bu Türkiye'yi güçlendirmeyecek aksine zayıflatacaktır. Yani burada 1+1= 2 değil buradaki denklem 1+a = 1+a şeklinde olacaktır. Buradaki ''a'', katılmak isteyen ülkenin katkı faktörü denirse bazı zamanlarda pozitif, bazı zamanlarda negatif olacaktır. Üstelik bu ülkelerin fakir coğrafyalarını imar etmek ve altyapı külfetine katlanmak Türkiye için ekstra yükler getirecektir. Yine Türkiye zenginleştikçe kendi coğrafyası daha değerli hale gelecek, bu ülkeler bu coğrafyaya ortak olabilmek ve imkanlarından yararlanabilmek için Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeye hevesli olacaktır...Yani Erbil'li İstanbul'a ortak olmak isteyecektir. Dolaysıyla Erbil'deki birinin İstanbul'a ortak olabilmesi ona muazzam fırsatlar sağlarken bölgede zaten ticari ve siyasi olarak varolan Türkiye'nin bu bölgelerin sorumluğunu alması avantaj değil, zararına bir ticaret olacaktır. Çünkü İstanbul, Erbil'den çok daha değerli bir markadır. Ortak olduğunun karşılığında ortak ettiğinin değeri, birbiriyle tutarlı değildir. Böyle bir ortaklık her halükarda Türkiye'nin aleyhinedir. Fakat uzun vadede diğer küçük ülkelerin ölçek ekonomisi nedeniyle maruz kalacağı durumlar çevremizdeki ülkeler içinde geçerli olacak, Türk kültürü çevresindekilere baskın gelecektir. Böyle bir dönemde ise resmi olmayan ama fiiliyatta gerçekleşen bir entegrasyon söz konusu olacaktır.
  • Türkiye'de yerel unsurların, kimliklerin Türkleşmesi anormal ölçüde hızlanacaktır. Geçmiş bin yıl boyunca korunmaya çalışılan kimlikler, iletişim çağının doğal bir sonucu olarak ve diğer ülkelerdeki yerel unsurlar gibi, bir bütün içinde çok daha hızlı erimeye başlayacaktır. Türkiye, yerel kimlikleri yasal olarak korumak ve lokal özerklik vermek yerine, bölücü unsurlarla şu anki terörle mücadelesi gibi belli bir bedel ödeyerek mücadelesini sürdürmesi halinde ve kendisi ayrılığı teşvik etmediği müddetçe Kürt meselesi 20-30 yıllık periyotta kendiliğinden bitecektir. Doğal olarak terör sorunu da giderek azalacak ve bitecektir. Yerel kimlik olması nedeniyle bu kimlik de -tamamen olmasa bile büyük oranda- yine terk edilecektir. Bu durum sadece Türkiye'ye özgü olmayıp diğer birçok ülkede de benzer durumlar sözkonusu olacak, örnek olarak, Pakistan'da veya Hindistan'daki yerel unsurlarda o ülkelerin ortak kimliğinde eriyecektir. Geçmiş bin yıl boyunca dünyanın herhangi bir coğrafyasında varlığını sürdürmüş yerel kimliklerin, iletişim çağının sonucu olarak bir 30-50 yıl bile kimliklerini koruması artık mümkün olmayacaktır. Türkiye'de Kürt kimliği de Türkiye'de yaşayan Türkiye vatandaşı diğer kimlikler de (Arap, Çerkez, Boşnak, Arnavut vb.) benzer süreçten geçecek ve bir yüzyıldan çok daha az sürede bu kimlikler eriyecek veya kendini tanımlama, (ayırıcı etkisi) karakteristik özellikleri azalacaktır...
  • Türkiye'de cemaat vb. toplumsal yapılar orta dönemde-20-30 yıllık süreçte- endüstrileşmenin ve artan refah seviyesinin ve bireyselleşmenin bir sonucu olarak azalacaktır. Toplumsal örgütlenme, Avrupada ki sosyal dernek (NGO) benzeri yapılar ile varolacaktır. 
  • Endüstrileşmenin ve globalleşmenin sonucu olarak zenginleşen toplumlarda muhafazakarlaşma azalmaktadır. Türkiye'de de benzer süreç yaşanacak ve Türkiye'de de muhafazakarlaşma sanıldığının aksine artmak yerine daha da azalacaktır. Her değişim bir dirençle karşılaşır. Endüstri toplumuna dönüştükçe sosyal yapılarda ve aile yapısında ister istemez değişiklikler ortaya çıkmaktadır. Bu değişime direnebilmek ve eskiye ait değerleri koruyabilmek için toplumsal katmanlarda bir direnç oluşması tabiidir.  Biryerde bu hızlı değişimi, toplum, değişim olarak algılamak yerine ''bozuluyoruz, yoldan çıkıyoruz, eskiye saygı kalmadı, ne hale geldik diye algılar. Toplumsal değerlerin değişiyor ve eskiye ait biçimlerin terkediliyor olması nedeniyle  terkedilen kimi kültürel değerleri koruma altına alma içgüdüsü ağır basıyor ve bu çabalar Türkiye sanki muhafazakarlaşıyormuş algısına yolaçıyor...Yani toplumun bu çabası, endüstrileşiyoruz  ama değişmiyoruz diyebilmek ve değişmediğini ispatlama çabasıdır. Halbuki bu çabanın varlığı bile toplumun bir değişim içinde olduğunun ifadesidir. Her sanayi toplumu bu süreçten geçtiği için Türkiye'de bu  süreçten geçecek ve değişime mecburi olarak ayak uyduracaktır. Global çağdaş yaşam biçimi ve davranışları yaygınlaşacaktır.(Muhafazakarlaşma, fakir toplumlarda görülebilecek ve toplumları balkanlaşma sürecine itecektir. Refah seviyesi yükselen toplumlarda muhafazakarlaşma ve yabancı düşmanlığı ancak şiddetli ve uzun süreli ekonomik krizler sözkonusu ise ortaya çıkabilecektir. Böyle bir tablo da artan kutuplaşma ile beraber bir dünya savaşına yol açabilecektir. Muhafazakarlaşmanın sanayi toplumu ile beraber varolmasının uzun vadede  neden imkansız olduğu ayrı bir yazı konusu olsun.
İlave Notlar :
Yukarıdaki yazı geleceğe dair bir projeksiyondur. Birçok konuda Türkiye'de istatistiki veri olmadığından, bu yazıyı daha çok diğer ülkelerin ve toplumların geçtiği merhaleleri göz önüne alarak ve diğer toplumların karşı karşıya olduğu benzer yeni dinamiklerin sonuçlarını dikkate alarak yazdım. Buradaki iddia ettiğim bazı değişimler, size çok şaşırtıcı gelebilir veya reel hayattan uzak olduğunu düşündürebilir. Fakat şu an medyada da sıkça tartışılan ve ileri sürülen iddiaların, somut gözlem veya bilimsel araştırmalardan değil algıdan ileri geldiğini düşünüyorum. Mesela Türkiye'nin muhafazakarlaşması gibi

Örneğin, bu algı ile realite arasındaki fark için, muhafazakarlığın arttığına işaret olarak ileri sürülen, başörtülü kadın sayısında artış olduğu iddiasına bakalım. Sanayi toplumuna geçildikçe, kadının çalışma hayatına katılımı artar ve yine toplum zenginleştikçe yaşam tarzı olarak bireyler, boş zaman aktivitelerini daha fazla evin dışında geçirir, eğlence, gezi , sinema vb yerlere daha fazla vakit ayırır, harcama yapar. Türkiye'de de benzer durum yaşanmaktadır. Eskiden Türkiye'de başörtülü kadın sayısı daha fazla idi ama bu kitle, diğer kadınlar gibi, çoğunlukla ya evlerinde, köylerinde veya kendi mahallesinde vakit geçiriyordu. Türkiye zenginleştikçe, tüm kadınların sosyal hayata daha fazla intibak etmesinden dolayı başörtülü muhafazakar kadınlar da iş hayatında, şehir hayatında, eğlence, alışveriş, tatil alanlarında daha fazla görünmeye başladı. Böyle olunca, birdenbire başörtülü kadın sayısının çok hızlı artmaya başladığı zannedildi..Muhafazakar kitlenin de artık tatile gitmeye başlaması ile tatil yerlerinde, sinemaya gitmesi ile sinemada, üniversiteye gitmesi ile üniversitede, iş hayatına katılması ile iş dünyasında daha çok görünür olması nedeniyle başörtülü veya muhafazakar insan sayısında artış olduğu düşünülüyor. Yani başörtülü kitle de artık daha fazla sokağa çıkıyor ve bu nedenle sokakta daha fazla başörtülü görülünce muhafazakarlık artıyor zannediliyor. Halbuki daha çok kadının, eskiye göre evinde daha az vakit geçirmesi, dışarı çıkıp dış dünya ile daha fazla iletişiminin olması, sosyal hayata katılmaları bile toplumda muhafazakarlığın azalacağının göstergesi...Zaten bir toplumda şehirleşme, sanayileşme, sosyalleşme ve iletişim arttıkça muhafazakarlık azalır. Muhafazkarlığın azaldığını somut olarak bugün doğudaki şehirlerimizde gözlemlemek çok daha mümkün...(*)
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Benzer yazılar

Niçin mi fikir değiştiriyorum? Çünkü ben fikirlerimin sahibiyim; Kölesi değil! Fikirlere karşı hiçbir taahhüdüm yoktur; ister korur, ister değiştiririm. Cenap Şahabettin

Ne kadar az bilirseniz; o kadar şiddetle müdafaa edersiniz. Bertrand Russell


Yarın yeni şeyler öğreneceğim..Ve bu nedenle bugünkü fikirlerim yarın değişebilir. Ben sadece verdiğim sözlerin tutsağıyım, düşüncelerimin ve fikirlerimin değil! Y.A

Konuşup anlaşamayacağım hiç kimse yoktur; anlaşamıyorsak konuşamadığımız içindir. Y.A

Sayfa Görünümü

Buradaki yazılar, tamamen kendi düşüncelerimi ve fikirlerimi içerir. Burada sunulan bilgilerin, kullanılan verilerin doğru ve güvenilir olması için gereken özeni göstermiş olsam da size doğruluğunu ve kesinliğini garanti edemem. Yazılarım, herhangi bir kişi veya zümreyi hedef almaz. Hiçbir kurum veya kuruluş ile bağlantılı değildir. Bu blog, kişisel bir blog olup yazıların yayım hakkı Yusuf Aygün'e aittir. Kaynak göstermek ve link vermek şartıyla yazılarımı kullanabilir, alıntı yapabilirsiniz... Her yazı, bir emeğin ürünüdür. Emeğe saygı göstermenizden dolayı teşekkür ederim.